MENDERES, ÖZAL VE ERDOĞAN

Rahmetli Adnan Menderes, rahmetli Turgut Özal ve Recep Tayip Erdoğan, Türkiye’nin son 63 yılına damga vurmuş ve çoklarınca bir arada anılan üç liderdir.

ADNAN MENDERES

Menderes, Özal ve Erdoğan içinde Özal ile Erdoğan’ın yolunu açan kişi olarak merhum Menderes önde gelir. İstiklâl madalyası sahibi olan Menderes, milletvekili seçildikten sonra Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş, çiftlik sahibi bir çiftçi olarak halkın içinden gelen bir insandı. Daha çok fakirlik, salgın hastalıklar, yokluklar, karne, jandarma dipçiği, karakol, ağır vergiler, İslâm ile her sahada savaş gibi menfîliklerle anılan ve hatırlanan bir dönemin sonunda, hem de bunlarla anılan bir partinin içinden çıkarak başbakanlığa geldi. Onun iktidarlarında Türkiye yılda ortalama % 9 nispetinde büyümüş, 1948 yılında tüm Türkiye’de 1800 civarında olan traktör sayısı, 1957 yılına gelindiğinde 44.000’i aşmış, 1950 yılında yaklaşık 1000 olan biçerdöver sayısı, 1957 yılında 6000’e ulaşmıştır. Menderes iktidarları, sanayileşmede önceliği özel sektöre vermekle birlikte, devlete ait ekonomik teşebbüsler kurmak ve yeni fabrikalar açmaktan da geri durmamıştır. AKP iktidarının sata sata bitiremediği pek çok kamu iktisadi kurumu, meselâ, Makine Kimya Endüstrisi Kurumu, Et ve Balık Kurumu, Devlet Malzeme Ofisi, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı, Türkiye Selüloz ve Kağıt Fabrikaları ve Ereğli Demir Çelik Fabrikaları bu dönemde açılmıştır. Yine bu dönemde,1950 yılında 1640 km. olan asfalt yollar, 1959 yılına gelindiğinde 7000 km.yigeçmiştir. İstanbul’da o dönemde şehircilik, şehir planlamacılığı, şehrin geleceği ve trafik meselesi adına büyük bir öngörüyle yapıldığı ortada olan Vatan Caddesi, Büyükdere Caddesi, Barbaros Bulvarı, Millet Caddesi ve Edirne Asfaltı (E-5 otoyolu) yine Menderes’in eserleri olduğu gibi, Türkiye’nin halâ en gözde üniversiteleri olan Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ), İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) ve Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) de, yine Menderes dönemi eserlerindendir. Fakat bu yazımızın konusu, esasen söz konusu üç lider zamanında gerçekleştirilen ekonomik gelişme değil, bundan daha önemli olan onların insanî yanlarıdır.

Menderes, bütünüyle halkın hizmetindeydi

Tek parti iktidarları, seçkinlerin iktidarlarıydı. Menderes için ise halk her şeydi. Hasan Celal Güzel, “Menderes döneminde gerçek bir ‘halk ihtilâli’ yapılmış ve jakoben oligarşinin hakimiyeti sarsılmıştır. O, ‘köylüyü efendimiz’ yapmış, yani halkı egemenlerin zorbalığından kurtarmıştır.” değerlendirmesinde bulunur. (Sabah, 17.09.2011)

Menderes, yetim ve öksüz olarak büyüdü. Babasını tanımadı; çocuk yaşta annesini, çok geçmeden ablasını da kaybetmişti. O, kendini tanıtırken, “Ben yalnızdım kardeşim, hayat boyunca hep yalnızdım. Yapayalnız ve kimsesiz.” diyecektir. (M. Ünal, Aksiyon, 23.03.1996) Menderes’in yalnızlığı sadece annesiz, babasız, ablasız, hâmisiz büyümesinden değildi. O, dönemin şartları ve çevresi bakımından da yalnızdı.

Menderes zamanında ezan ve ikamet Arapça aslına çevrilmiş, din dersleri ilkokul programlarına girmiş, İmam-Hatip okulları ve İlâhiyat fakülteleri açılmaya, devlet radyosunda Kur’ân ve mevlit gibi dinî programlara yer verilmeye başlanmış, 15.000 cami inşa edilmiş, başta Süleymaniye Camii olmak üzere 86 cami onarılmış, Eyüp Sultan Türbesi tamir edilip ziyarete açılmıştı. Menderes, 1956’da Risale-i Nurlar’ın basılması iznini de çıkarmıştı. O, niçin darbeye maruz kaldığını şöyle anlatmıştı: “Ben Müslüman’ım ve Müslümanlığımdan şeref duyuyorum.Türk Milleti Müslüman’dır ve Müslüman kalacaktır. İslâmiyet’in bütün icapları vatandaşlarımız tarafından tam bir serbestliğin içerisinde icra olunacaktır.” Bir de şu sözü vardı: “İnkılâp kanunları halk tarafından benimsenmemişse, jandarma zoruna dayanacaksa, millî vicdanın hilafına olan bu kanunları kaldırmak, demokratik idarenin başta gelen vazifesi olmak icap eder.” (Halit Durucan, “27 Mayıs İhtilali ve Adnan Menderes”, 24.10.2011).

Samimî Menderes

Menderes, kendi döneminde Başbakanlık Örtülü Ödeneği’nden en fazla merhum Necip Fazıl Kısakürek’e Büyük Doğu’yu çıkarabilmesi için yardım etmiştir. Ama o, bilhassa günümüz siyasîleri gibi bunu kendi propagandası için yapmaz, Necip Fazıl’a parayı verirken “Arada benim aleyhimde de yayın yap ki, sana yardımım anlaşılmasın!” derdi.

Menderes’in isteği ile 1952’de çıkarılan bir kanunla Osmanlı Hanedanı’na mensup kadınların sürgün hayatı sona erer. Sultan Abdülhamid Han’ın hanımı Müşfika Hatun Sultan ile kızı Ayşe Sultan Osmanoğlu, Boğaz’da kiraladıkları bir daireye yerleşirler. Bir gün zilleri çalınır; kapıda Menderes durmaktadır. “Valide Hanım’ın elini öpüp duasını almaya ve bir ihtiyaçları olup olmadığını sormaya geldim” der. Sonra özel telefonunu bırakıp ayrılır. 1959’da Londra’da geçirip, Allah’ın yardımıyla kurtulduğu uçak kazasından sonra kendisine sorulan “Beyefendi, uçak düşerken ne düşündünüz?” sorusuna şu cevabı verecektir: “Ben ölürsem, acaba Berrin hanım (eşi), Abdülhamid Han’ın yadigârlarının ev kirasını ve harçlıklarını ödemeye devam eder mi diye düşündüm.” Menderes’in idamından sonra malî darlığa düşen Berrin hanım, bir defasında, bu ödeme için çok kıymetli nişan yüzüğünü satmış ve ödemeyi aksatmamıştır. (Rahim Er, “Tarih ve Medeniyet Dergisi”, Nisan 1994).

Menderes, yolsuzluğa bulaşmadı ve bulaştırmadı.

Orhan Karaveli, Bir Gazetecinin Sıradışı Anıları adlı kitabında Menderes’in 1959 ABD seyahatinde geçen şu hadiseyi nakleder:

Marcus & Niemann dev mağazalar zincirinin sahiplerinden Mr. Marcus, Menderes ve heyettekileri bir moda defilesine davet eder. Nezaketsizlik olmasın diye bu daveti kabul eden Menderes ve heyet davetten ayrılmak üzereyken, gümüş tepsilerde ve şeffaf kutular içine değerli kol düğmeleri, kravat iğneleri, kravatlar, mendil ve fularlardan oluşan hediyeler heyetin önüne bırakılmıştı. Heyetteki bir milletvekili elini kutulardan birine tam uzatmışken Menderes men eder ve kimse o hediyelerden almaz. Daha sonra Menderes, bunun sebebini şöyle açıklar: “Ellerimizde bedavadan edinilmiş birer kutu ile buradan çıkmak bize yakışır mıydı? Unutmayın, her pahalı hediyenin arkasında bir maksat yatar ve karşılığı beklenir.” AKP iktidarlarında gittikleri ülkelerden uçaklarla hediye taşıyan, ağaçtan tek parça mobilyalar taşıyan “has Müslüman!” devletlilerin kulakları çınlasın!

Asîl ve tam beyefendi Menderes

Menderes tam bir beyefendiydi de. Ağzından kem söz çıkmazdı; İnönü’nün dehşetengiz muhalefetine rağmen hakaret bilmezdi; yaz günü dahi ceketinin önünü iliklerdi. Son derece kibardı. Aydın’dan, onu yakından tanıyan Ali Gemici, Menderes’i anlatırken şöyle der:

 “Menderes, kötülük bilmeyen, temiz ve sıcak kalpli bir insandı. Memleketine hizmet verebilmek için de canını feda etti. Merhum Başbakanımız, eşsiz bir devlet adamıydı. Mütevazı kişiliğiyle herkesin gönlünü kazanan Menderes’in, hayatı boyunca tek arzusu vatandaşlarının mutluluğunu görmekti. Başbakanlık yaptığı dönemlerde önce köyümüze gelip bizlerle konuşur, ardında da çiftliğine giderdi. Bu da bizi hoşnut ederdi. Çiftliğine her geldiğinde köy meydanında bizleri çevresine toplar, arazi sahibi olmayan kişileri aramızda belirlememizi isterdi. Daha sonra da arazisi olmayanlara arazilerinin bir bölümünü ürün karşılığında uzun yıllar ödemek şartıyla kendilerine verir ve arazi sahibi olmalarını sağlardı. Bundan en çok sevinen yine kendisi olurdu. Bu da bizim kendisine olan sevgi bağımızın daha çok kuvvetlenmesini sağlardı. (chttp://www.yeniasir.com.tr/Politika/2011/05/15)

Vefatından sonra Menderes

Merhum Necip Fazıl Kısakürek, Benim Gözümde Menderes kitabının sonunda bir rüya nakleder:“Bana, temiz bir mü’minin anlattığına göre, asıldığı günün gecesi, saf ve dünyadan geçmiş bir İslâm kadını, rüyada Allah’ın Resûlü’nü görmüş… Kâinatın Efendisi, kadına sol elini uzatmış.. Kadın, acaba niçin Âlemin Fahri bana sağ elini uzatmadı diye düşünürken cevap gelmiş: ‘Sağ elimde Adnan var!..’”

TURGUT ÖZAL

Yine bir Anadolu çocuğu olan Turgut Özal, vefatında milyonlarca insan tarafından uğurlandı ve halkımız onu şu pankartlarla uğurladı: “Dindar Cumhurbaşkanı, Sivil Cumhurbaşkanı, Demokrat Cumhurbaşkanı.

Özal, rahmetli Menderes’ten sonra, samimî dindarlığı, ilk sivil Cumhurbaşkanlığı olarak bu makamı sivillere geçirmekle ve demokratlığı, özgürlükçülüğü ve bütün kesimleri birleştirme hamlesiyle halkın gönlünde taht kurmuş ikinci liderdi. Cumhurbaşkanlığı görevine geldiğinde, TBMM’de yaptığı teşekkür konuşmasında, “21. Yüzyıla doğru giderken, üç büyük, üç temel hürriyeti geliştirmenin, sımsıkı korumanın uygar dünyanın önde gelen devletlerinden biri olmamızın vazgeçilmez şartı olduğunu görmeliyiz. Bunlar, düşünce hürriyeti, evrensel anlamda din ve vicdan hürriyeti ve teşebbüs hürriyetidir” demişti. Hakkında merhume annesinin “Turgut’umun bir vakit namazı bile kazaya kalmamıştır.” sözü medyada yer almıştı.

Özal da, Menderes gibi zor bir dönemde iktidara geldi. 1970’li yıllar Türkiye için bütün olumsuz faktörlerin yaşandığı yıllardı. 12 Mart Muhtırası, 1973 ve 79’daki petrol krizleri, anarşi ve terör, ekonomik bunalım, yokluklar, kuyruklar, haksız kazançlar, bu dönemin özellikleriydi. Özal, bütün bunların ve 12 Eylül darbesinin üzerine geldi. Çok kısa bir zamanda eğitimde, ekonomide, anlayışta, yaklaşımda, Türkiye’yi dışa açmada büyük inkılâplar gerçekleştirdi. Türkiye, kalkınmada, müspet değişimde, dindarlaşmada, ferdî özgürlüklerde en güzel yıllarını Özal döneminde yaşadı. Refah Partisi ve dolayısıyla AKP’nin önünü açan Özal’ın icraatları ve politikaları oldu. Fakat o, bunların yanı sıra, fakat bunlardan çok insanî yanlarıyla insanların gönlüne yerleşti. MSP/RP‒AKP çizgisinin unuttuğu bir gerçek olarak, MSP, 1970’lerde koalisyon hükümetlerinde Millî Eğitim Bakanlığı’nda Din Eğitimi Müdürlüğü’nü bile alamadı ve İmam-Hatip okullarında etkili olamadı. Ancak, 1983’te kurulan ilk Özal hükümetinde, Cumhuriyet tarihimizin en çalışkan Millî Eğitim bakanlarından Vehbi Dinçerler’in Millî Eğitim Bakanlığı dönenimde Din Eğitimi Müdürlüğü MSP kökenlilere bırakıldı ve İmam-Hatipler, Özal iktidarlarında RP adına “altın dönemi”ni yaşadı. Eğer RP, 1995’te iktidarın birinci ortağı ve rahmetli Erbakan başbakan olabilmişse, bunu bir ölçüde Dinçerler’e ve onun eğitim hizmetlerine borçludur. Fakat Özal, hizmetlerinden çok insanî yanlarıyla insanların gönlüne yerleşti.

Gerçek bir insan Özal

Özal, asık suratlı ve mesafeli değil, her zaman sokakta, halkın içinde ve güler yüzlüydü. Tevazu ve hoşgörü sahibiydi. Yüzü topluma dönüktü ve halkın içindendi. Hem düşünce, hem aksiyon, hem gönül insanıydı. Ülke meselelerinde ciddî bir sorumluluk zihniyetiyle hareket ederdi. Sağduyulu, kararlı ve basiretliydi. İnançlara saygılı, ferdi esas alan devlet anlayışını, hoşgörü, dayanışma gibi temel değerleri her şeyin üstünde tutardı. Özal hakkında Cengiz Çandar, şu değerlendirmeyi yapıyordu: “Turgut Özal, çok keyif verici bir insandı. Çünkü özellikle insandı. Nitekim onu, taşıdığı sıfat veya sıfatları taşıyan benzerlerinden ayıran en temel özelliklerinden biri de buydu. Özal, benim onu en sevdiğim yönü ile bir inanç adamı idi… Bir dervişin gönlüne ve ruhuna sahipti… O, Balkan seferinde Ohri’de Hayati Baba Tekkesi’nde yere bağdaş kurmuş otururken yüzüne yayılmış nurani mutluluk ve huzur ifadesini ömrüm boyunca unutmayacağım… O, bir derviş, ama ayni zamanda bir kılavuzdu.”

Özal, toplumun manevi değerlerine içten bağlıydı ama asla istismara yönelmedi. Göstermelik değil, Türkiye’yi dönüştüren yapısal reformlara imza attı. Cumhurbaşkanı olunca topluma kapalı olan Çankaya’nın kapılarını ardına kadar açtı, devletin soğuk yüzünü sempatik hareketleriyle sevimli hale dönüştürmeyi başardı. Önemli meselelerde halkın içindeki kanaat önderleriyle‒ meselâ, Mehmet Kırkıncı ve Osman Demirci hocalar gibi ‒ istişare ederdi. Ciddî ve büyük işler yapıyor olması, güler yüzünü, neşeli ve şakacı tavrını kaybetmesine sebep olmadı. Halka yakındı ve yeri geldiğinde bir baba, ağabey ya da amca gibi davranırdı.  Emir vermek değil, hizmet etmek kaygısı içindeydi. Toplumda hiç kimseye, hiçbir kesime karşı tavır almazdı. Düşmanlığı yoktu. (Adem Özbay, www.gencgelisim.com)

Özal ve Hizmet hareketi

Özal, Türkiye’nin başında Demokles’in kılıcı gibi sallanan 141, 142 ve 163’üncü maddeleri kaldırdı. Yolsuzluğa bulaşan devlet bakanı İsmail Özdağlar’ı Yüce Divan’a göndermekten çekinmedi. Fethullah Gülen Hocaefendi, 1986 yılında Burdur’da tutuklandığında gece yarısı Bakanlar Kurulu’nu toplayıp, Hocaefendi’yi serbest bıraktırdı. Hizmet Hareketi’ne candan dosttu ve gittiği her yerde destekledi. Vefatından önce sırf yurt dışındaki Türk okulları için, bunlara referans olmak için Orta Asya seyahati yaptı. Bu okulların ve hizmet hareketinin Türkiye’nin geleceğinde birinci derecede gördüğü önemine içten inanmıştı. Hakk’a yürümesi ve vefatından sonra Manisa’da mübarek bir kadın, rüyasında yine Peygamber Efendimiz’i (s.a.s.) görür ve Efendimiz kendisine, “Özal’ı siz nasıl uğurladıysanız biz de öyle karşıladık.” buyurur.

RECEP TAYYİP ERDOĞAN

Erdoğan’ın iktidara giden yolunun taşlarını Menderes ve Özal zaten döşemişti. Erdoğan, aynı yolda Menderes ve Özal tavrı içinde iktidara geldi. Halkın içinden ve onların hissiyatını yanında bulan biri olarak ilk iki iktidar döneminde bir takım icraatlara imza attı.

Manevî-ahlâkî erozyon

Fakat Erdoğan hükümetleri döneminde ahlâkî erozyon, manevî aşınma, dinî hassasiyetli kesimlerde dünyevîleşme, eğitimin çökmesi, zinanın suç olmaktan çıkması, fuhuş, kumar, resmî kumar ve alkol gibi büyük günahlarda dehşetli artış yaşandı. Eğitim çöktü ve lise gençliğinin % 90’ı sigara, alkol ve uyuşturucunun pençesine düştü. Millî piyango gibi millî kumarlara iddaa gibi kumarlar eklendi. Resmî, izinli fuhuş yedi kattan fazla artış gösterdi. Erdoğan iktidarı, camilerin ve eğitim kurumlarının ancak 200 metre mesafesine cafeler açılabilirken, bu mesafeyi 100 metreye düşürdü. Bazıları, benim bunları yeni yazdığımı zannediyor; oysa son 12 yılda yaşanan manevî‒ahlâkî aşınmayı defalarca yazdım; hattâ yazdıklarımdan dolayı bazı arkadaşlar fakiri karamsar olmakla eleştiriyorlardı.

Bilhassa “ustalık” döneminde Erdoğan

Erdoğan, bilhassa üçüncü döneminde tanınmaz hale geldi. 2005’ten itibaren Oslo’da PKK ile pazarlığa oturduğu ve PKK’nın varlık sebebi olan bütün isteklerinin kabul edildiği anlaşılan görüşme ve mutabakatlarda ve 2004’te Millî Güvenlik Kurulu’nda Hizmet hareketini bitirme sözü verdiği ortaya çıktı. Bunun için önce MİT mensubu çıkan KCK’lılar sebebiyle MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılmasını bahane ederek kendince Hizmet hareketine karşı ilk darbeyi başlattı. Asker karşısında 2008 yılına kadar Yüksek Askerî Şura toplantılarında ordudan ilişiği kesilen subaylar için cumhurbaşkanı Gül’le birlikte şerh düşme dışında hiçbir şey yapamaz ve asker karşısında hakaretlere maruz kalırlarken, Ergenekon ve Balyoz operasyonlarıyla askerî vesayeti kıran ve bizzat kendisini kurtaran yargıyı ve Emniyet’i Hizmet hareketiyle ilişkilendirerek darmadağın etti. Kendi çıkarttığı şike kanununu 5 ay içinde değiştirdi. Bu arada aile boyu, yakın arkadaşları ve pek çok AKP’li belediye ile belki tarihin en büyük yolsuzluk, rüşvet, irtikap, ihtilâs ve zimmet suçları işlediğine dair çok kuvvetli emarelerin ortaya çıkmasıyla bunları soruşturan yargıyı ve nice yılların birikimiyle suçlarla ve suçlularla mücadelede fevkalâde noktaya gelen Emniyet’i hallaç pamuğu gibi attı. Bir zamanlar savcısı olduğunu söylediği Ergenekon davası suçlularıyla birlikte yargılanan KCK yapılanması zanlılarını serbest bıraktırdı.

Erdoğan, PKK ile masaya oturur, 30 yıllık mücadeleyi sanki hiç yapılmamışçasına terör örgütünün bütün isteklerine boyun eğer ve Güneydoğu’da terör örgütü için bağımsız Kürdistan’a gidecek özerkliğin taşlarını döşerken, söz konusu Yargı ve Emniyet mensuplarını yine Hizmet hareketiyle ilişkilendirerek, bu hareket ve Fethullah Gülen Hocaefendi hakkında hiçbir vicdanın, insafın ve selim aklın kabul edemeyeceği iftiralara, suçlamalara ve nitelemelere yeltendi ve bütün bunları artan bir yoğunlukla sürdürüyor. Gezi olayında olduğu gibi, yine konuşmalarındaki ve tavırlarındaki alabildiğine iticilik, öfkeden gerilen yüzü, dinmeyen öfkesi, dozu sürekli yükselen nefret söylemi, yakınlarınca zaten ifade edilen ve tapelere yansıyan küfürbaz üslûbuyla insanları ürkütüyor. Toplumu keskin bir kutuplaşmanın içine atarak kemikleşmiş bir taraftar kitlesi oluşturmaya çalışıyor. Bütün dünyaya yayılmış ve öncelikle Türkiye’nin, sonra İslâm’ın ve insanlığın geleceği adına çok önemli olan ve devlete en küçük bir yük getirmeyen Türk okullarını kapatma girişimlerine hız kesmeden devam ediyor.

Erdoğan, dersaneleri ve Güneydoğu’da 700 binin üzerine öğrenciye karşılıksız kurs veren ve terörün önünde büyük bir set oluşturan etüt merkezlerini kapatmakla hem PKK’nın ekmeğine yağ sürdü, hem de Anadolu’nun fakir çocuklarının eğitim imkânına ve eğitim eşitliği fırsatına en büyük darbeyi vurdu. Yürütme ve Yasama kendisine bağlı olduğu gibi, Yargı’yı da âdeta kendisine bağladı. Pervasızca Anayasa’ya aykırı pek çok uygulamalara girişti. Partisini, bizzat kendisiyle beraber çalışmış bazı eski bakanların ve milletvekillerinin de söylediği üzere, birkaç kişilik dar bir oligarşik kadro ile yönetiyor. Bakanların ve milletvekillerinin âdeta hiçbir ağırlığı olmadığı beyan ediliyor. Çıkardığı interneti kontrol, HSYK, Youtube ve Twitter’ı kapatma gibi kanunlarla özgürlüklere dehşetli darbeler indirdi. Yeşile ve maviye tam bir düşman kesildi. Onun zamanında İstanbul başta olmak üzere büyük şehirler yaşanmaz hale geldi; şehirler şehir olmaktan çıktı; birer betonarme bina yığınları haline geldi. Büyük rant getiren inşaat ile yeşil alanlar talan edildi. Trafik, çekilmez bir çile halini aldı. Köyden kente göç alabildiğine hızlandı; Anadolu âdeta boşaldı.

Erdoğan, ihale kanununu sürekli değiştirerek, bir öncekine göre kanun dışı ihaleleri tabiî süreçler haline getirdiği gibi, medyayı dayanılmaz baskılarla sindirdi ve kendine ait yandaş medya oluşturdu. Kendisiyle birlikte bu medya, haysiyetsizce belki de dünya tarihinde en kısa zamanda en çok yalan söyleme, iftira atma rekorları kırmaya devam ediyor. Erdoğan, hakkında söylenen ve her biri şirk ifade eden sözler karşısında, ayrıca Kur’ân ile, haşa Allah ile alay eden bakanlarına karşı sükût durdu. Zamanında ekonomi iyi gibi görünse de, esasen ekonominin iyi gibi görüntüsü, sıkı malî politikalarla küçük esnaf, memur, işçi ve emekli gibi dar gelirlilerinin gelirlerini ve maaşlarını sürekli kontrol altında tutma, önceki dönemlerde yapılan kamu kuruluşlarının özelleştirilmesinden ve bazı Arap ülkelerinden gelen sıcak para ve büyük çoğunluğu yabancıların elinde olan borsada ve bankalarda yabancıların yüksek faiz hadleri sebebiyle halâ tatlı paralar kazanmaya devam etmesi sebebiyledir. Yoksa ekonomide yapılan ve temel hiçbir değişiklik, hiçbir ciddî yatırım olmamıştır. Yapılanların çok büyük kısmı, sadece inşaattır ve inşaata dayanmaktadır. Gayr-ı safi millî hasıla 3-4 kat artmış görünse de, bu artış ancak holdinglerin, büyük şirketlerin kazançlarındaki artıştır ve küçük esnaf, memur, işçi, köyle ve emekliden oluşan dar gelirlilere yansımamıştır. Dolayısıyla, Erdoğan hükümetleri zamanında gelir dağılımı uçurumu büyüdükçe büyümüştür. Tarım ve hayvancılık gerilemiş, et fiyatları fırlamış, ülke kurbanlık koyun ithal eder hale gelmiştir.

Erdoğan zamanında Türkiye, dış politikada önceleri parlak gibi bir görünen bir manzara arzetse de, en zelil dönemini yaşıyor. Ülkenin değil dünyada, bölgede dahi tesiri kalmadı. Mısır ve Suriye tamamen kaybedildi. Bakanlar, Kuzey Irak’a bile İran’ın Irak merkezî yönetiminden sağladığı izinlerle gidebilir hale geldi. Zahiren kavgalı gibi olunsa da, İsrail’le ilişkiler alttan alta altın dönemini yaşıyor. Bizzat Başbakan’ın oğlu, gemileriyle İsrail’le ticarete devam etti. Türk büyükelçisi geri çekilmiş de olsa, unutulmamalıdır ki, resmî olarak Türkiye‒İsrail ilişkileri 12 Eylül darbesinden sonra en alt seviyeye inmişti ve Türkiye, İsrail’de maslahatgüzar seviyesinde temsil ediliyordu. Oysa, İsrail’in askerlerle ve Türkiye’deki darbelerle ilişkileri hiç aleyhine olmamıştır.

Kısaca, Erdoğan, Allah’ın nasip ettiği büyük imkânlara rağmen Menderes ve Özal gibi olamadı; ileride de nasıl ve kimlerle anılacağını zaman gösterecektir.

LÂTİF ERDOĞAN’IN İFTİRALARI ve ASIL GERÇEKLER

 

İnsanlarda gizli kalan bazı huylar, bazı marazlar, zaman ve zeminini bulunca ortaya çıkıyor. Ve şu anda Türkiye’deki ortam, bu tür huylar ve marazların ortaya çıkması, karakterlerin kendilerini ortaya koymaları ve insanların gerçek çehreleriyle tanınması adına oldukça müsait. Lâtif Erdoğan da, muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi hakkındaki iftiralarıyla esasen Camia içinde çok da gizli olmayan zamirini ve karakterini sergiliyor. Lâtif Erdoğan’ın tarihin yalan ve iftira, dolayısıyla en kısa zaman içinde en fazla tekzip alma rekorunu kıran “Yandaş Medya”nın pek sahiplendiği son iftirası ise şu: “Gülen, bana Allah ile konuştuğunu söyledi. ‘Kâinatı Hz. Muhammed için oluşturdum, senin için de devam ettiriyorum.’ dedi.”

Cenab-ı Allah’ın insanlarla konuşması

Bu iftiraya cevap vermeden önce belirtelim ki, Lâtif Erdoğan’ın da çok iyi bileceği üzere, Kur’ân-ı Kerim, Cenab-ı Allah’ın insanlarla konuşması konusunda şöyle buyurur: “Allah, bir beşerle ya (manâyı onun kalbine doğrudan atma şeklinde) vahiyde bulunma, ya bir perde arkasından ona hitap etme, ya da dilediğini ona vahiy yoluyla iletecek bir elçi (melek) gönderme dışında hiçbir şekilde konuşmaz. O, mutlak yüce ve aşkındır; her hüküm ve icraatında pek çok hikmetler bulunandır.” (Şûrâ Sûresi/42: 51) Demek ki, Cenab-ı Allah (c.c.), insanlarla konuşur; bu konuşma da âyette buyrulan üç şekilde cereyan eder. Bu üç şekilden birincisi, yani manâyı kulun kalbine bırakmaya peygamberlerle ilgili olarak vahiy, velîlerle ilgili olarak ilham denmiştir. Kur’ân-ı Kerim, esasen buna da vahiy der; fakat peygambere yapılan konuşma ile velîye yapılan konuşmayı ayırmak için âlimler sözkonusu tefriki yapmışlardır. Cenab-ı Allah (c.c.), sadece peygamberlerle konuşmaz; başka zatlarla da konuşur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de Cenab-ı Allah’ın Hz. Meryem ile melekler vasıtasıyla (Âl-i İmran Sûresi/3: 42‒43, 45‒47), Hz. Musa’nın annesiyle ilham yoluyla (ki, Kur’ân buna vahiy der) (Kasas Sûresi/28: 7) ve Hz. İsa’nın havarileriyle de yine ilham yoluyla (ki, Kur’ân buna da vahiy der) (Mâide Sûresi/5: 111) konuştuğunu okuyoruz. Hz. Bediüzzaman da, “Bir velî, ‘Kalbim Rabb’imden haber veriyor.’ der.” diye yazmaktadır. (12. Söz, 4. Esas) Öyleyse, Hocaefendi’nin Allah ile konuştuğunu söylemesi gayet normaldir. Normal olmasına normaldir, fakat, aşağıda göreceğimiz üzere, bizzat Lâtif Erdoğan’ın şahitliğiyle, ancak insanlardan bir insan olma ötesinde bir iddia taşımayan tevazu, mahviyet ve hacalet âbidesi Hocaefendi, katiyen bu tür sözler söylemez, böyle iddialarda bulunmaz; söylemeyeceğini, böyle iddialarda bulunmayacağını O’nu az tanıyan, özellikle talebeleri çok iyi bilirler.

İkinci olarak, Hocaefendi’nin, Cenab-ı Allah’ın kendisine “Kâinatı Hz. Muhammed için oluşturdum, senin için de devam ettiriyorum.” demiş olması da asla mümkün değildir. Bir defa, Cenab-ı Allah (c.c.), Peygamber Efendimiz için “Hz. Muhammed” tabirini kullanmaz; sadece “Muhammed” der. Eğer bunu Hocaefendi’nin böyle aktardığı ileri sürülecek olursa, Hocaefendi’nin Peygamber Efendimiz’den (s.a.s.) bahsederken O’nu hangi mübarek sıfatlarla andığını herkes bilir ve bu, konuşmalarında da, yazılarında da ortadadır. En azından, Peygamber Efendimiz’in mübarek ismini andıktan sonra salât ü selâm okur. Sonra, Hocaefendi hiçbir zaman “oluşturmak” kelimesini kullanmaz. Elimizde bilgisayarda Hocaefendi külliyatı var; basit bir “bul” taramasında bu kelimenin sözkonusu külliyatın hiçbir yerinde geçmediği görülür. Kaldı ki, Cenab-ı Allah’ın kâinatı oluşturmasından değil, “yaratma”sından bahsedilir. Lâtif Erdoğan bu inceliği bilir; fakat sözü iftira olduğu için Cenab-ı Allah onu iftirası ortaya çıkacak şekilde konuşturuyor.

Lâtif Erdoğan bu iftiraları neden atıyor?

Lâtif Erdoğan’ın nasıl bir megolamani içinde olduğunu onu az tanıyanlar da bilirler. Bunun için onu tanımaya da gerek yoktur. Çünkü onun nasıl bir büyüklük kompleksi içinde olduğunu kendi ifadelerinden de rahatça anlarız. Hocaefendi’yle yaptığı röportajlardan meydana getirdiği Küçük Dünyam kitabını takdim ederken Lâtif Erdoğan, kitaptan çok kendisini takdim eder:

“11 yaşında bir çocuktu. İlkokulu bitirmiş ve din eğitimi yapan bir müessesenin eleme imtihanını kazanarak kaydını yaptırmıştı… İlkokul öğretmeninin ona karşı ayrı bir ilgi ve alakası vardı. O da öğretmenini seviyordu. Belki de ilk defa öğretmeninin isteğine uymamıştı. Buna uyamamıştı demek daha uygun olurdu. Öğretmeni yatılı okula gitmesini isterken, biraz da ailesinin zoruyla Kur’an kursu hüviyetindeki bir müesseseye kaydını yaptırmış, orada okumaya niyetlenmişti.

“Oysa ilkokul öğretmeni onu hangi telkinlerle yetiştirmişti. ‘Sen büyük bir adam olacaksın’ onun alışageldiği iltifatlardan sadece birisiydi. Ama şimdi o, büyüklüğe giden bütün yolları kendi eliyle tıkamıştı… ‘Yobaz’ ve ‘Gerici’ yetiştiren bir yerde okuyacaktı… Son görüşmesinde öğretmeni ona buna benzer laflar söylemişti…

“Sanki havada birkaç ıslık çalmış ve ardından gelip onun okuma hevesinin üzerine şaklamıştı… Yaralanmıştı Çocuk… Büyük olma yolunun tıkandığına canı sıkılmış ve sebep olanlara kin duymaya başlamıştı...”

Demek ki, Lâtif Erdoğan, ta çocukluğundan beri içinde beslediği büyük olma, büyük adam olma kompleksini hiç atamamış ve bunun önünü kesen Hocaefendi’ye de kini geçmemiş; bu kin, bugün daha fazla ortaya çıkıyor. Sonra, sözkonusu takdimin devamında ifade ettiği gibi, onun için çocukluğunda beslediği büyük olmak, cumhurbaşkanı, yani bir numara olmak demek. Lâtif Erdoğan’a buradan bir çağrı yapalım: “Lâtif Erdoğan, çocukluğundan beri içinden atamadığın büyük olma kompleksini tatminin önü açık. Yaklaşık beş ay sonra Cumhurbaşkanlığı seçimleri var. Cumhurbaşkanını da halk seçecek ve buna iştirak etmene engel hiçbir şey yok. Haydi aday ol ve boyunun ölçüsünü gör.”

Lâtif Erdoğan ve Hocaefendi

Lâtif Erdoğan, bugün Hocaefendi aleyhindeki düşmanlık, yalan ve iftira kampanyalarına katılırken, daha önce, daha dün denecek kadar kısa zaman önce Hocaefendi hakkında yazdıklarının unutulduğunu zannediyor. Biraz geride, Hocaefendi’yi tanıdıktan 28 yıl sonra, Küçük Dünyam kitabının takdiminde şöyle yazar Hocaefendi ve Hizmet Hareketi hakkında Lâtif Erdoğan:

“Vuzuhu göz kamaştıran bir gerçek: “Dünyayı aşmışlık içinde dünya ile entegre bir sistematik çağa uygun süratle mekiğini dokuyor. Bu sosyolojik vakaya göz kapamak realitelere göz kapamakla eşdeğer. Hızla değişen dünyada merhale katetmelerin rekoru kırılıyor. Ama bu doku içinde değişmeyen sabit değerler var. Ve onlar kıyamete kadar değişmeyecekler. İhlas gibi, samimiyet gibi, yaşatma zevkiyle yaşama gibi, her türlü beklentiden uzak kalmak gibi, Allah’la irtibatı kavi tutmak gibi, yaratılmışı Yaradan’dan ötürü sevmeyi bayraklaştırmak gibi, kine, nefrete, düşmanlığa geçit vermemek gibi, insanlardan bir insan olmayı ve öyle de kalmayı her türlü makam ve mansıba yeğlemek gibi, hoşgörü gibi, müsamaha gibi, milli, dini ve insani değerlere birinci elden sahip çıkmak gibi… Olanlar ileride olacakların işaretleri. Bugün dünyanın dört bir yanına ulaşmış kültür seferberliği önümüzdeki çeyrek asırda semeresini hem de en olgun şekilde vereceğe benziyor. Ulaşılan hiçbir noktada geri adım atmama, ilerleme sürecinin kader-denk çizgisiyle örtüştüğünü gösteriyor. Bu işin içtimai coğrafyası bütün dünya. Ve bu işin ruh mimarı seviyesinde günümüz temsilcisi,. kendisinden önceki temsilcilerin hakkı her zaman mahfuz katmak şartıyla Fethullah Gülen Hocaefendi.”

Demek ki, bizzat kendisinin ifadesiyle, Hocaefendi ile olan 28 senelik beraberliği içinde Lâtif Erdoğan’ın Hocaefendi ve Hizmet Hareketi’yle ilgili intibaı bunlar. Ve bu intibada öne geçen vasıflar: “İhlas, samimiyet, yaşatma zevkiyle yaşama, her türlü beklentiden uzak kalmak, Allah ile irtibatı kavi tutmak, yaratılmışı Yaradan’dan ötürü sevmeyi bayraklaştırmak; kine, nefrete, düşmanlığa geçit vermemek, insanlardan bir insan olmayı ve öyle de kalmayı her türlü makam ve mansıba yeğlemek, hoşgörü, müsamaha, milli, dini ve insani değerlere birinci elden sahip çıkmak.” Ve Hocaefendi sadece bu sıfatlara, bu değerlere sahip biri değil; bu sıfatlar etrafında örgülenen Hizmet Hareketi ruhunun mimarı. Dolayısıyla insanlardan bir insan olmayı ve öyle de kalmayı her türlü makam ve mansıba yeğlemede de en önde.

Lâtif Erdoğan, Hocaefendi’ye atfettiği ve ilk defa Türkiye’nin mevcut zemininde dile getirdiği sözü Hocaefendi ona acaba ne zaman söylemiş? Yukarıdaki satırları yazdıktan önce mi, sonra mı? Önce ise, Lâtif Erdoğan, o söz karşısında Hocaefendi’yi neden terk etmemiş? Sonra ise yine neden terk etmemiş? Çünkü Lâtif Erdoğan, Hocaefendi ile en az 7‒8 yıldır görüşmüyor. Ama o, daha 5 yıl kadar önce, 26. 5. 2009’da, Bugün’de yazarken Hocaefendi ve Hizmet Hareketi hakkında şunları ifade ediyor:

“Ben, müşahedeye dayalı bir yakinle, bu tür çalışmaların, gayretlerin her türlü kişisel kaygı ve sekter endişelerden uzakta gerçekleştiğine inanıyorum. Zarf-mazruf dengesinde, esas kıymete, değere ve teveccühe özne muhtevanın mazruf olduğunda bu mazrufun taşıyıcıları arasında hiç kimsenin zerrece tereddüt ve şüphesi yoktur. İmanlarını dava, davalarını iman edinmiş bu “ihlas abideleri”nin, namdan, nişandan, şöhretten, bilinmekten ve hele başarıları nefislerine mal etmekten nasıl yılandan, çıyandan kaçar gibi kaçtıkları ortadadır; ve bu durum onların daha ilk kademde aldıkları derslerin daha ilk pratik ve öncül neticeleridir. Öyleyse, söz konusu teveccüh ve gelişmeleri kişisel ve sekter bağlamda değerlendirmek asla doğru ve isabetli değildir. Muhtevanın enginliği, zenginliği ne ise, gayenin enginliği ve zenginliği de odur..

“Âlimler, nebilerin varisleridir.” hükmünce, Fethullah Gülen Hocaefendi peygamber vârisi bir âlim, bir bilge kişidir. Taşıdığı bu sıfat itibariyle de, eşya ve hadiselere bakış açısı, “nazarı nübüvvet” kıstaslarıyla sınırlıdır ve öyle de olması gerekir.Yani, Peygamberimiz Efendimiz neye ne kadar önem veriyorsa, ne ile ve ne kadar ilgileniyorsa o da o şeye o kadar önem verme ve o şeyle o kadar ilgilenme durumundadır. Nazarı nübüvvet, emr-i ilahi, murad-ı rabbani, meşiet-i sübhani ile kuşatılmış olduğuna ve olacağına binaen bu şartlar, bu gerçekler Peygamber varisi bu Bilgenin bakış açısına da veraset yoluyla aynen intikal edecektir ve de etmiştir. Bu bakış açısına göre, dünya ile alaka, bir yolcunun yolda rastladığı bir ağacın gölgesinde kısa bir süre dinlenmesi ölçeğindedir; şöhret aynı riyadır, kalbi öldüren zehirli bir baldır; bizden hasıl olan iyiliklerin bütünü Allah’a, kötülükler ise nefsimize aittir; haksız yere bir insanı öldürmek bütün insanları öldürmek, hak ile buluşturmak suretiyle bir insanı diriltmek bütün insanları diriltmek gibidir; hepimiz Adem’deniz, Adem ise topraktandır..”

Demek ki, daha beş yıl önce bile Lâtif Erdoğan, Hizmet Hareketi mensuplarını “namdan, nişandan, şöhretten, bilinmekten ve hele başarıları nefislerine mal etmekten yılandan, çıyandan kaçar gibi kaçanihlâs âbideleri” olarak nitelendirirken, Hocaefendi’yi Hocaefendi’nin kendisi hakkında hiç ifade etmediği, etmeyi aklına bile getirmediği sıfatlarla yüceltmektedir. Ona göre Hizmet Hareketi’nin ruh mimarı, dolayısıyla, namdan, nişandan, şöhretten, bilinmekten ve hele başarıları nefsine mal etmekten yılandan, çıyandan kaçar gibi kaçanihlâs âbidesi olmada en önde bulunan, daha da öte, bu vasıfları Hizmet Hareketi mensuplarına açıklayanHocaefendi,”Âlimler, nebilerin varisleridir.” hükmünce, peygamber vârisi bir âlim, bir bilge kişidir. Taşıdığı bu sıfat itibariyle de o, eşya ve hadiselere “nazar-ı nübüvvet”, yani peygamberin bakış açısı kıstasıyla bakar. Peygamberimiz Efendimiz neye ne kadar önem veriyorsa, ne ile ve ne kadar ilgileniyorsa Hocaefendi de, o şeye o kadar önem verir ve o şeyle o kadar ilgilenir. Peygamberlik bakış açısı Allah’ın emri, muradı, yani dileği ve iradesiyle kuşatılmış olduğuna göre, bu gerçekler Peygamber varisi Hocaefendi’nin bakış açısına da veraset yoluyla aynen intikal etmiştir. Yani Hocaefendi, her şeye Cenab-ı Allah’ın bakılmasını istediği şekilde bakar; her şeyi Cenab-ı Allah’ın muradı istikametinde görür ve değerlendirir; O’nun iradesi dışında bir şey yapmaz. Çünkü bütün bunlar ona peygamberlikten veraset yoluyla intikal etmiştir.

Sonuç

Aslında bu yazıda Hocaefendi’nin Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ve kendisi hakkındaki değerlendirmelerinden söz etmek isterdik. Fakat, bugün mevcut ortamda Hocaefendi hakkındaki iftiralar kervanına katılmakta beis görmeyen Lâtif Erdoğan’ın Hocaefendi ve Hizmet Hareketi hakkındaki şahitliği meramımızı ortaya koymada yeterli olsa gerektir. Lâtif Erdoğan, bu şahitliği inkâr edebilecek midir? Bu şahitliği ile Hocaefendi’nin kendisine bu şahitliklerinden elbette çok daha önce söylediğini iddia ettiği sözlerini nasıl bağdaştıracaktır? Acaba bugün Lâtif Erdoğan’ın iddialarıyla Hocaefendi’yi vurmaya çalışan yalan ve iftira makinesi ve rekortmeni “yandaş medya”, Lâtif Erdoğan’ın Hocaefendi ve Hizmet Hareketi’yle ilgili sözkonusu değerlendirmelerini de yayınlayabilir mi? Hodri meydan!

“PARALEL DEVLET”İN HÜKÜMETE OPERASYONU MU, YOKSA MAYMUNLAŞMAMAK İÇİN Mİ?

 KİRLENMİŞLİĞİN EN KÖTÜSÜ

Hadiseler gelir geçer; bir ülke ve millet bunlardan belli ölçülerde zarar görse de, bu zararlar önlenebilir. Fakat eğer bir milleti ayakta tutan değerler yıpranır ve çökerse, bunun getireceği zararın telâfisi çok zor olur.

Türkiye, özellikle son 10‒12 yılda ahlâk ve maneviyat sahasında, bekâmızın sütunları olan değerler alanında bir çeyrek asırda bile tamir ve tedavi edilemeyecek erozyona uğradı, yaralar aldı. Eğitimin iflası, eğitimde tam bir dejenerasyon, disiplinsizlik ve seviyesizlik; liseli gençliğin % 90’ının zararlı alışkanlıkların ağına düşmesi; 2002 yılında vesikalık 25.000 kadın bulunurken, günümüzde 125.000’e çıkması, 40.000 küsur kadının da vesika almak için bekliyor olması, yani resmî fuhşun % 700’e yakın artması; aile kurumunun çökmenin eşiğinde bulunması; çarşıda, pazarda, karşılıklı muamelelerde güvenin oldukça sarsılması; davranışlardaki yozluk ve yobazlıklar; şehirlerin yaşanmaz hale gelmesi, bu ağır yaraların tezahürlerinden sadece bazıları. Son 12 yılda ne olup bittiğini ve işlerin hangi istikamette gittiğini anlama adına, bir hadis-i şerifte Âhir Zaman alâmetleri olarak “bina ve zinanın artması”nın birlikte zikredilmiş olması yeterlidir. Çünkü yüksek binaların çoğalması, artık sokak, mahalle ve komşu münasebetlerini ortadan kaldırdığı ve binalara, evlere kimlerin girip çıktığı bilinmediği için, zinanın artmasını da beraberinde getiriyor. Ayrıca, hadiste bedevîlerin yüksek binalar yapacaklarının zikredilmesi de, şehirleşmede nereye gidildiğini gösterme adına son derece önemlidir.

Son rüşvet ve yolsuzluk operasyonlarının ortaya çıkardığı Cumhuriyet tarihinin en büyük kirlenmişliğinden daha büyük kirlenmişlik, İslâm hassasiyetli bilinen pek çok kesim de dâhil olmak üzere, halkımızın denebilir ki büyük çoğunluğunun bu kirlenmişliği normalmiş gibi telâkki edebilmesi; “çalmışsa çalmışlar, hizmet de ediyorlar ya!” denebilmesidir. Bu, bir iş yerinde çalışan işçilerin vazifelerini yerine getirip, sonra da iş yerinden mal ve para çalmaları karşılığında “İşlerini yapıyorlar ya!” demek gibidir. Acaba buna bir iş yeri sahibi tahammül eder mi? Oysa, iktidarı ellerinde tutanların yolsuzluğu, bir kişiye karşı işlenen yolsuzluk değildir; bir millete, bir ülkeye, o millet ve ülkenin geleceğine karşı da işlenen bir yolsuzluktur ve hiç kimse buna “Olursa olsun!” diyemez. İkinci olarak, başta arzedildiği gibi, bir ülke, bir millet, öncelikle çalışkan veya değil bir iktidar, güçlü bir ordu, iyi bir ekonomi ile ayakta durmaz; bir ülke, bir millet, ebedî ahlâkî ve manevî değerleriyle ayakta durur. Eğer bir ülke insanı bu değerlerin çiğnenmesi, hem de iktidar tarafından çiğnenmesi karşısında sessiz kalabiliyor, daha da öte “Olursa olsun” diyebiliyorsa, o ülke, o millet, çürümüş ve çökmüş demektir ve eğer Allah o ülke ve millet hakkında bir dirilme irade buyuruyorsa, bu ancak ödenecek büyük bedeller, büyük musibetler neticesinde gerçekleşir. Ortaya çıkan skandal rüşvet, yolsuzluk, yozlaşmışlık ve kirlenmişlik karşısında kalbler durma noktasına gelmeli, vicdanlar çok ciddî harekete geçmeliydi. Heyhat!

İSLÂM ÜMMETİ’NİN VARLIK SEBEBİ ve İMAN‒KÜFÜR MESELESİ

Eğer Müslümanlık iddiasında isek, Kur’ân, İslâm ümmetinin varlık sebebini bize şöyle açıklıyor: “Siz, insanların lehine, faydasına ve iyiliğine olarak ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Ma’rufu emreder, münkerden nehyeder ve Allah’a inanır (bu yaptıklarınızı Allah’a imanınızdan dolayı yapar)sınız.” (Âl-i İmran Sûresi/3: 110)

Demek oluyor ki, İslâm Ümmeti’nin insanlar içindeki ana varlık ve en hayırlı bir ümmet olmasının sebebi, insanların lehine ve faydasına davranmak, daima insanlara hizmeti esas almaktır. İnsanların lehine ve faydasına davranmanın yolu da, ma’rufu (iyiyi, doğruyu, güzeli, hakkı, hakikati, adaleti) ısrarla destekleme, yaymaya ve yerleştirmeye çalışma, münkeri (her türlü kötülüğü) önleme ve insanları bunlardan uzaklaştırmak için sürekli gayret içinde bulunmaktır. Allah’a iman da bunu gerektirmektedir. Bu konuda herkese düşen vazife vardır. Buharî dışında Kütüb-ü Sitte’nin (en sağlam 6 hadis kitabının) 5’inde yer alan bir hadis-i şerif, bu konuda oldukça açıktır: “İçinizden biri bir münker (herhangi bir kötülük, kötü söz, kötü davranış) gördüğünde gücü yetiyorsa onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Fakat bu, imanın en alt mertebesidir.” Evet, münkerler, rüşvet ve yolsuzluklar karşısında etkilenmeyen, vicdanı olsun sızlamayan, hattâ “Olmuşsa olmuş; çalışıyorlar da ya!” diyebilenler, imanları gerçek manâda var mı yok mu kontrol etmelidirler. Ki, İslâm’da küfre rıza küfür, fıska rıza fısk, zulme rıza zulümdür.

KAMU MALINDAN BİR ABA BİLE ÇALMAYI ŞEHİDLİK DE KURTARAMAZ

Yine, Müslim ve Darimî’nin rivayet ettiği bir hadis de şöyledir: Hz. Ömer (r.a.), anlatıyor:

‒ Hayber savaşının vukû bulduğu gün Allah Rasûlü (s.a.s.)’in ashâbından birkaç kişi gelerek “Falan şehid, falan şehid!” dediler. Derken bir kişinin yanına vardıklarında “Bu da şehid!” dediler. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.s.): “Hayır! Ben onu aşırdığı bir hırka yahut yağmurluktan dolayı Cehennem’de gördüm.” buyurdular. (Müslim, “İman” 182; Dârimî, “Siyer” 48.)

Benzer bir hadiseyi de Abdullah ibn Amr (r.a.), anlatır:

Allah Rasûlü (s.a.s.)’in seferde eşyasına bakan Kirkire adında biri vardı, günün birinde öldü. Allah Rasûlü (s.a.v.) onun için, “Bu adam cehennemliktir!” buyurdular. Ashâb, “Acaba nedendir?” diye araştırdılar. Ganimet malından aşırmış bir abayı yanında buldular.” (Buharî, “Cihad 190; İbn Mâce, “Cihad” 34.)

BAŞBAKAN, “BEYTÜ’L-MAL’DEN ÇALMADIK” MI?

İktidar kanadı, soruşturma konusu rüşvet ve yolsuzlukları inkâr edememekte ve Başbakan, “Devlet malından çalmadık ya” demektedir. Gerçek bu mudur?

Mevcut iktidar, ihale yasasını 12 yılda 164 defa değiştirmiş bir iktidardır. En son Sabah ve ATV’nin el değiştirmesiyle ilgili çıkan tapelere baktığımızda da yapılan şudur: İktidar, yapacağı işlerde açıktan ihale açıp, en yüksek ihaleyi verene o işi teslim etmek mevkiindedir. Oysa iktidar, kendine yakın bazılarına ihaleyi bizzat vermektedir. Diyelim ki, bir iş için 5 firma ihaleye girmiş olsun. Ve ihale en yüksek rakam olarak 5 milyar lirayı verenin elinde kalsın. Olması gereken bu iken, iktidar 3, 4 ve 5 milyara ihaleyi bir şirkete vermekte ve bunun karşılığında, her ne ad altında ve her nereye harcayacak olursa olsun rüşvet almaktadır. Eğer bu ihale, normal prosedüre göre yapıldığında 5 milyar liraya verilecek, yani devletin kasasına 5 milyar lira girecekken 4 milyar liraya verilmiş de üstüne rüşvet alınmışsa, devlet 1 milyar lira zarara uğratılmaktadır. 5 milyar liraya dahi verilse, üstüne rüşvet de alındığı için, ihaleyi alan firma, hiç şüphe olmasın ki, bunu kullanacağı malzemeden çalarak karşılamaktadır. İktidarın yapmakla çok övündüğü, meselâ duble yollar, bir-iki sene içinde neden tamir ister hale geliyor, cevabı buradadır. Ve tamire giden masraflarla devlet, ülke zarara uğratılmaktadır. Kaldı ki, başbakana sit alanı tanımında kanun değiştirilerek yapılan Urla’daki villalar, Çatalca’daki villalar, Bodrum’daki villalar neyin karşılığı yapılmıştır? Bütün bunlara giden paralar, o villaları yapanların cebinden mi çıkmaktadır, yoksa rüşvet olarak devletin, milletin cebinden çıkarılmakta mıdır veya o cebe girecek, girmesi gereken paralar mıdır? Evet, Sabah ve ATV’nin el değiştirmesinde Mehmet Cengiz’den alınan paralar karşılığı silindiği iddia edilen 500 milyon liralık vergi, devletin, milletin kasasına girecek bir para değil miydi? Yoksa Sabah bütün bir milletin gazetesi, ATV bütün bir milletin televizyonu mu? Bütün bir millet böyle bir işleme onay mı verdi?

PARALEL DEVLET VE OPERASYONU MU?

İktidar ve iktidarın yönlendirdiği yandaşları, yolsuzluk operasyonu başlar başlamaz “paralel devlet” iddiasında bulunmaya başladılar. Bununla da, bürokraside görev yapan “Cemaat” mensuplarını kasdettiler. Daha düne kadar öve öve bitiremedikleri ve Cemaat mensubu gördükleri bilhassa yargı ve emniyet mensupları, ABD ve İsrail’in yönlendirmesiyle hükümete pusu kuran “paralel devlet” mensupları, casuslar, haşhaşîler oldu. ABD ve İsrailcilik suçlamasının ne manâya geldiğini ve kimin ABD’ci ve İsrail’ciliğe yakıştığını daha önce yazdım. (www.aliunal55.wordpress.com) Oysa yapılan apaçık bir rüşvet ve yolsuzluk operasyonuydu. Haydi farzedelim ki, bu operasyon, gerçekten Cemaat’in hükümete operasyonudur ve bürokraside Cemaat mensupları vardır. Bir defa, Cemaat, illegal bir yapı değildir ve böyle bir yapı olduğu konusundaki iddialar 50 yıldır yargıdan dönmüştür. İkinci olarak, Türkiye’de başka cemaatlerin pek çok mensubu insanlar, devlet bürokrasisinde görev yapmaktadır ve bu, yasalara aykırı değildir. Elbette Cemaat’e mensup veya değil, liyakati olan, kanunun aradığı gerekli yeterliliğe sahip bulunan her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı memur olabilir, kamu görevi yapabilir. Yine, farz-ı muhal, iddia edildiği gibi, Cemaat mensubu bazıları Hocaefendi’nin öğütlerine, söylediklerine değer vermekte ve bulundukları makamda ona göre davranıyor olsunlar. Eğer böyle davranmaları yasalara uygunsa, yine bu ne tenkit edilebilir ne de bununla insanlar suçlanabilir. Bütün bu konularda söz sadece hukukundur, yasalarındır. Dolayısıyla, yapılan rüşvet ve yolsuzluk operasyonu yasal ise buna kimsenin bir diyeceği olamaz. Hiç kimse de yapılan operasyonun yasal olmadığını iddia edemez; edememektedir ve iktidar tarafı, kendisine “Paralel devlet’ın kumpas kurduğu” iddiasıyla rüşvet ve yolsuzluklarını örtmeye, soruşturmayı örtbas etmeye çalışmaktadır. Bunun da ötesinde, savcılar ve emniyet mensupları, bulundukları mevkiin gerektirdiği görevlerini yapmaktadırlar. Elbette emniyet, suçları ve suçluları takip edecek ve elbette yargı, suçu ve suçluları yargılayacaktır. Aksi davranmaları hem ülkeye hem de millete ve mevkilerine ihanet olur.

MAYMUNLAŞMAK VEYA MAYMUNLAŞMAMAK İÇİN

Evet, bir ülke ve millet için en önemli temel ve dayanak, değerlerdir, ahlâktır, maneviyattır ve bunun için İslâm Ümmeti’nin varlık sebebi, ma’rufu (doğruyu, hakkı, hakikati, adaleti) yaymak, yerleştirmeye çalışmak, korumak ve münkeri (her türlü yanlışı, kötülüğü, zulmü) önlemeye gayret etmektir. Bu yapılmadığı takdirde ne olacağını ise yine Kur’ân’dan takip edelim:

‒ Onlara deniz kenarındaki o memlekette ne olup bittiğini sor. Hani oranın ahalisi, Sebt (Cumartesi) Günü için Allah’ın koyduğu yasağı açıkça çiğniyorlardı… İçlerinde bazıları, diğerlerini yaptıklarından vazgeçirmeye çalışanlara, “Belli ki Allah’ın helâk edeceği veya çok şiddetli bir şekilde cezalandıracağı bir topluluğa ne diye öğüt verip duruyorsunuz?” diyor, onlar da, “Hem Rabb’inize karşı (ma’rufu yayıp münkere mani olma sorumluluğumuz açısından) bir mazeretimiz olsun; hem de, belki gittikleri yolun neticesini görüp, Allah’a bu ölçüde karşı gelmekten sakınırlar diye!” şeklinde cevap veriyorlardı. Derken, kendilerine yapılan bütün hatırlatmaları ve verilen öğütleri tamamen kulak ardı ettiler. Biz de, kötülükleri önlemeye çalışanları kurtarıp, zulmü hayat tarzı haline getirenleri açıktan açığa yapıp durdukları bu taşkınlık ve haddi aşmalarından ötürü derdest ettik ve yoksulluk azabıyla kıvrandırdık. Buna rağmen, serkeşlik edip, yapmaları yasaklanan fiilleri işlemeyi ısrarla sürdürünce de, onlara “Aşağılık ve sefil bir şekilde oraya buraya sığınan, fakat sığındıkları her yerden kovulan maymunlar olun!” dedik.”(A’râf Sûresi/7: 163‒166)

Farkında değiliz. Yüzakı savcıların yüzakı emniyet görevlileriyle yaptıkları rüşvet ve yolsuzluk operasyonu, hepimizi mesholmaktan, aşağılık ve sefil maymunlar tabiatına yuvarlanmaktan kurtaracak bir fırsattı. Çünkü, yaptıkları münkeri önlemekti. Alkışlanmaları, tebrik edilmeleri gerekiyordu. Bazıları, “Bu operasyonla ekonomi bozulursa?” diyor. Oysa Kur’ân, yukarıdaki âyetlerle, münkerlerin işlenmesi ve bunlara mâni olunmaması durumunda yokluk, kıtlık ve yoksulluğun geleceğini beyan buyuruyor. Ayrıca, yarıda bırakılan operasyonlar, iktidar için de bir aklanma fırsatı adına Cenab-ı Allah’ın rahmetiydi. Kirlenmenin olduğunu ilk 2003 yılında Ahmet Taşgetiren yazmış, daha sonra da yazmaya devam etmiş, en son olarak da Abdurrahman Dilipak ağır ikazda bulunmuştu. İktidar, savcılara “Gidin sonuna kadar!” diyebilseydi, temizlenecek ve belki bir on yıl geleceğini garanti edecekti. Ama demek samimi değillerdi ki tam tersi yola girdiler. Elleriyle teptikleri ve millet olarak ellerimizle teptiğimiz bu fırsat ve imkânın ya bütün ülkeyi vuracak neticesine katlanıp arınacağız ya da tamamen maymunlaşacağız.

MAVİ MARMARANIN MAHİYETİ: GERÇEKTE NEYDİ MAVİ MARMARA?

Başbakan ve yandaşlarının elinde, özellikle son yolsuzluk ve rüşvet operasyonunu etkisizleştirmek ve bu operasyonda elde edilen onca delili karatmak için kullanageldikleri bir argüman var: “Uluslararası güçler, bu arada ABD ve bilhassa İsrail, Türkiye içindeki uzantıları (yani onlara göre “Cemaat” (A.Ü.) ile ittifak halinde Erdoğan’a karşı operasyon yapıyor.” Bunun için de sarıldıkları tek argüman, Erdoğan’ın güya ABD ve İsrail aleyhinde ve özellikle İsrail’le mücadele edebilen bir başbakan olduğu iddiası. Bunun asla doğru olmadığını önceki “ABD’ci ve İsrail’ci Nitelemesine Kim Daha Çok Yakışıyor” (www.aliunal55.wordpress.com) başlıklı yazımda delilleriyle ortaya koymaya çalıştım. Şimdi, Mavi Marmara olayını da daha iyi anlayabilmek için önce, Erdoğan ve ABD-İsrail münasebetlerine biraz daha yakından bakmak gerekiyor:

ERDOĞAN, ABD VE İSRAİL İLİŞKİLERİ

Erdoğan’ın, ABD’de yayınlanan ve on milyondan fazla tirajı bulunan Wall Street Journal’ın 31 Mart 2003 tarihli nüshasında şu sözleri yer alıyor: “(Irak’ta savaşan ABD’li) cesur bay ve bayanların en az kayıpla ülkelerine mümkün olan en kısa zamanda dönmelerini ve Irak’taki acının bir an önce bitmesini ümit ve bunun için  dua ediyoruz. Dönemin ABD Savunma Bakan Yardımcısı ve Irak’a saldırının baş mimarlarından Paul Wolfowitz, Irak’ın ABD tarafından işgalinden üç ay önce Türkiye’ye yaptığı ziyarette “Biz, Irak’a müdahale konusunda tereddüt ediyorduk, Tayyip Erdoğan bize cesaret verdi.” diyor. Bu savaşta ABD’nin Türkiye topraklarını kullanmasıyla ilgili AKP iktidarının Meclis’e verdiği tezkere CHP’nin tümden ve AKP içindeki bazı milletvekillerinin verdiği “hayır” oyuyla reddedilmiş de olsa, dönemin Millî Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Los Angeles World Affairs Council adlı kuruluşun düzenlediği konferansta yaptığı konuşmada, “Irak savaşında ABD, (Adana’daki) İncirlik üssünü kullandı ve buradan 4 bin 990 sorti gerçekleştirdi.” itirafında bulunuyor. Yani, onbinlerce Iraklı Müslüman’ın öldürülmesinde AKP iktidarı sebebiyle büyük katkımız bulunuyor.

Yine, Yeni Şafak gazetesinin 11.06.2005 tarihli nüshasında şu çok önemli haberi okuyoruz (cümle kuruluşundaki hatalar gazeteye aittir. Çünkü aynen nakledilmiştir):

“Erdoğan, ‘Küresel sorunlarla mücadelede dünyanın ABD’ye ihtiyacı olduğunu; Türkiye ile ABD’nin temel hedeflerinin örtüştüğünü’ söyledi.

Erdoğan, (ABD’de) Foreign Policy Association’da “Türk Dış Politikası ve ABD’yle İlişkiler: Paylaşılan Vizyonlar ve Birbirini Güçlendiren Yetenekler Ortaklığı” konulu bir konuşma yaptı.

Erdoğan, bu gücü nedeniyle dünyanın, terörizmden kitle imha silahlarına, ekonomik ve demografik dengesizliklerden çevresel meselelere kadar tüm uluslararası sorunlarla mücadelede ABD’ye ihtiyacı olduğunu da kaydetti. Erdoğan, “ABD, bu süreçte öncelikle müttefiklerini yanında bulacaktır.” diye konuştu.

Irak’taki duruma da değinen Erdoğan, bu ülkeye en fazla yardımın Türkiye’den ulaştığını vurguladı. Erdoğan, Irak sorunuyla baş etmek için izlenecek yöntem konusunda başlangıçta ABD ile müttefiklerinin tam bir mutabakat sağlayamadığını, Türkiye’nin de kendi tecrübeleri ışığında ve demokratik karar süreçleri neticesinde kendi uygun gördüğü şekilde ABD’ye destek verdiğini söyledi.

“Temel hedeflerimiz örtüşüyor”

Türkiye’nin ABD ile yaklaşım ve hedeflerinin örtüştüğü bir diğer alanın da Türkiye’nin komşu coğrafyalarındaki reform ve demokratikleşme gündemi olduğunu vurgulayan Erdoğan, Türkiye’nin Ortadoğu ve İslâm dünyasına yönelik arzusunun, “hür, açık ve demokratik toplumlar, refaha ulaşılmasını kolaylaştıracak etkin ekonomik yapılar ve iyi yönetişim ilkelerinin hayata geçirilmesi” olduğunu söyledi.”

Yeni Şafak’ın aynı haberinde Erdoğan‒İsrail veya Erdoğan-Musevîler arasındaki ilişkileri de ortaya döken şu satırları da okuyoruz:

ERDOĞAN’DAN MUSEVİ KARŞITLIĞINA TEPKİ

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Musevi Karşıtlığına Karşı Savaşım Grubu’nda yaptığı konuşmada Musevi karşıtlığını “utanç verici bir akıl hastalığının tezahürü” olarak değerlendirdi. Başbakan Erdoğan, New York’ta önde gelen Musevi kuruluşlarından ‘Anti Defamation League’ tarafından İkinci Dünya Savaşı’nda soykırıma uğratılan Musevileri kurtaran Türk diplomatlara verilen Cesaret Ödülü’nü Türkiye adına aldı. Başbakan Erdoğan, Musevi soykırımının tarih boyunca insanlığa karşı gerçekleştirilmiş en akıl almaz suç olduğunu dile getirdi. Milyonlarca Musevi’nin bu suçun doğrudan kurbanı olduğunu belirten Başbakan Erdoğan, Musevi düşmanlığını “utanç verici bir akıl hastalığının tezahürü” olarak değerlendirdi ve “Katliamla sonuçlanan bir sapkınlıktır, sapıklıktır” dedi. Musevi düşmanlığının Türkiye’de yeri olmadığını ifade eden Erdoğan, “Peygamberimiz Hazreti Muhammed, Musevilerle birlikte yaşamış ve inananlardan onları korumasını istemiştir. Başka dinlere hoşgörü göstermek bize Peygamberimizin mirasıdır.” dedi.

İSRAİLLİ VE MUSEVÎ OLMAYAN HİÇBİR ÜLKE LİDERİNE VERİLMEYEN ÖDÜL, ERDOĞAN’A VERİLİYOR

Erdoğan’a ADL tarafından verilen bu ödülü izah için AKP’liler, “o ödül Erdoğan’a değil, Türkiye’ye verildi” diyorlar. Fakat, “60 yıl önceki bir hadiseyle ilgili ödül niye önceki başbakanlara değil de Erdoğan’a verildi?” sorusu cevap beklediği gibi, Erdoğan’a Yahudiler tarafından verilen tek ödül de bu değil. Bu ödülden altı ay önce bir başka Yahudi kuruluşu daha ödüllendirmiş Recep Tayyip Erdoğan’ı. 5.2.2005 tarihli Yeni Şafak’ta Taha Kıvanç (Fehmi Koru)’nun kaleminden okuyalım:

“Başbakan Tayyip Erdoğan da gezisinde çeşitli Musevi kuruluşlarıyla ilgilendi, bazılarının davetine katıldı, birinden ödül aldı. Tayyip Erdoğan’a ‘cesaret ödülü’ veren kuruluşun adı ‘American Jewish Congress’ (AJC)… World Jewish Congress, Theodore Herzl tarafından 19. yüzyıl sonunda kurulmuştu ve birkaç yıl önce 100. yıldönümü kutlandı. Dünya Musevilerini bir ‘ulusal yurda’ kavuşturma amaçlı kurulmuş ve İsrail ile amacını gerçekleştirmiş örgütün bir türevi Amerika’daki

Daha önce AJC tarafından 10 kadar kişi ödüle lâyık görülmüş; bunlar arasında İsrailli veya Musevi olmayan tek kişi Tayyip Erdoğan. Listede İsrail’in önemli bütün başbakanları yer alıyor, Golda Meir bile… Türkiye başbakanına böyle bir ödülün verilmesi bayağı anlamlı. Ödülün verildiği mekân da öyle: HSBC bankasının New York merkezi… İstanbul’daki terörist saldırılara hedef olanlardan Musevilerin ABD’deki temsilcisi olan örgüt ödül veriyor, diğer hedef HSBC ise ödül törenine salonunu tahsis ediyor… Her şey ne kadar sembolik…”

Demek ki, İsrail’in kurulmasının öncüsü ve Siyonizm’in babası Theodor Herzl’in kurduğu Musevî kuruluşu,  İsrail’e en iyi hizmet eden kendi devlet adamlarına verdiği ödülü Erdoğan’a da veriyor, hem de kendi devlet adamları dışında sadece Erdoğan’a. Fehmi Koru’nun yazdığı gibi, ne kadar sembolik, ne kadar anlamlı!

ONE MINUTE’TEN SONRA

AKP’liler, bütün bu gerçeklere cevap olarak, “Bütün bunlar, One Minute’a kadardı!” diyorlar. Pekiyi, One Minute’ten sonra AKP iktidarında Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinde değişiklik oldu mu? Geçen yazımda yer verildiği üzere:

One Minute ve dahi Mavi Marmara hadiselerinden sonra İsrail hiçbir şey kaybetmedi, her şey İsrail lehine “Kazan, kazan!” olarak cereyan etti.  Başbakan Erdoğan bir taraftan İsrail’e One Minute çekerken, bundan sonraki süreçte, oğlu ve MB Shipping Company’nin sahibi Ahmet Burak Erdoğan, iki yük gemisiyle Türkiye ve İsrail arasında defalarca ticarî eşya taşıdı. Yani, hem oğlu kazandı, hem de İsrail. Bu son üç yılda İsrail ile Türkiye arasındaki ticaret % 30 civarında, 4 milyar dolar artış gösterdi ve bütün dönemlerin en yüksek ticaret hacmine ulaştı. İsrail ile Türk ordusu arasındaki ilişkiler de aynen devam etti. Başbakan başta olmak üzere AKP’lilerin “Erdoğan’a karşı ABD ve İsrail operasyonu” olarak yaftaladıkları son Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu sürecinde bile AKP iktidarı İsrail’le görüşmelere devam etti ve bu görüşmelerde bir yandan Mavi Marmara ile ilgili İsrail’den istenilen tazminatta indirime gidilir ve İsrail’e Türkiye’nin hadiseye karışan İsrail komutan ve askerlerinin yargılanması gibi bir talebinin olmayacağı garantisini verilirken, diğer yandan İsrail’le Güneydoğu’muzda Nitelikli Sanayi Bölgesi kurulmasına yönelik işbirliği protokolü imzalandı. Burada üretilecek malların ABD’ye gümrüksüz ihracı karşısında İsrail’e önemli miktarlarda komisyon ödeyeceğiz. Bu aynı dönemde, İsrail Türkiye ile ilişkilerinde hep kazandığı gibi, başka türlü de kazandı. Güney Kıbrıs’la anlaşma yaptı; Doğu Akdeniz’i âdeta bir gölü haline getirdi ve Doğu Akdeniz’de petrol aramaya başladı.

Bütün bu gerçekler karşısında Erdoğan için “ABD’ci ve İsrail’ci” demek doğru olur mu? Bir devlet, çıkarları gereği bütün devletlerle görüşür, anlaşmalar yapar. Ama, bir taraftan bunlar yapılırken, diğer taraftan o devletlerin bir veya bir kaçının sözde düşmanlığını yapmak, bunu bir değerlendirme ölçüsü haline getirmek ve bazılarını bu sözde düşmanlık temelinde suçlamak, asla ahlâkî bir tavır değildir. Hele bir yanda bu gerçekler ortada iken, diğer tarafta, ABD ve İsrail’le hiç de böylesi münasebetler içinde olmayanları ABD’ci ve İsrail’ci olmakla suçlamak, kelimenin tam  manâsıyla apaçık iftiradır. Ve ne yazık ki başta Erdoğan olmak üzere, militan yandaşları, bu iftirayı sürekli atmaktan geri durmamaktadırlar. Oysa Kur’an, mü’minleri hiç de müstahak olmadıkları ezaya maruz bırakanların apaçık ağır bir günah ve iftira vebali altında olduğunu beyan buyurduğu gibi (Ahzâb Sûresi/33: 58), iftirayla ilgili olarak, meselâ masum kadınlara zina iftirasında bulunanların dünyada ve Âhiret’te mel’un olduklarını ilân ediyor (Nur Sûresi/24: 23).

SON DÖNEMDE TÜRKİYE‒İRAN İLİŞKİLERİ

Bu açıklamalardan sonra Mavi Marmara ile ilgili tesbitlerimizi verelim. Ama yine meseleyi iyi anlamak için son dönemdeki Türkiye‒İran ilişkilerine de bakmak gerekiyor:

Ali Bulaç, Zaman Gazetesi’ndeki bir yazısında, Türkiye’nin bölgede düştüğü son zelil durumu izah sadedinde İran ile rekabete girildiği iddiasında da bulunuyor. Oysa gerçek, bunun tam tersidir. Apaçık gerçekler olarak, Türkiye, son dönemde İran ile oldukça sıkı‒fıkı ilişkilere girmiş, İran ile ilgili olarak Birleşmiş Milletler’de alınan kararı imzalamamış, İran’ı korumuş, İran’ın Türkiye’nin politikasının tam tersi olan Suriye politikasına ve Esed’i sonuna kadar desteklemesine rağmen, İran ile ilişkilerinde herhangi bir menfî tavır kesinlikle takınmamıştır. Daha da öte, son rüşvet ve yolsuzluk operasyonuyla, İran adına Halk Bankası vasıtasıyla ne kadar kara para akladığımız da ortaya çıkmıştır. Bunun yanısıra, İran, tarihimizde II. Bayezid döneminde olduğu gibi Türkiye’nin içine çok fazla sokulmuştur. Lise seviyesindeki öğrenciler için İran ile eğitim anlaşması yapılmış, YÖK, İran’daki 48 üniversiteye Ezher’e bile tanımadığı denkliyi tanımış, 700 Alevî dedesi, İran’a götürülüp, İran’ın dinî lideri Hameney’le görüştürülmüştür. Yine, Giresun, Erzurum, Van ve Siirt Üniversiteleri’nde İran’ın ve Türkiye’deki İran yanlılarının çok derin etkileri, konuyla ilgilenen herkes tarafından bilinmektedir. Türkiye‒İran arasında devlet adamlarının çok sık ziyaretlerinin yanı sıra, İran’ın Ankara Büyükelçisi Ali Rıza Bikdeli, geçtiğimiz Kasım ayı sonlarında yaptığı açıklamada, İran istihbarat servisi MOİS’le Türkiye istihbarat teşkilatı MİT’in yakın işbirliği içinde olduğunu söylemiştir. AKP iktidarının özellikle MİT müsteşarı Hakan Fidan tarafından sürdürülen Suriye politikasının İran politikasına ters görünmesi bizi aldatmamalıdır. Çünkü bu politikanın sonunda, şimdiye kadar bölgede olduğu gibi, Suriye’de de kazanan Türkiye değil, açıkça İran olmuş, Türkiye, sadece kaybetmiştir.

MAVİ MARMARA İLE İLGİLİ TESBİTLERİMİZ

Şimdi, bunca gerçekten sonra Mavi Marmara ile ilgili tesbitlerimize geçebiliriz:

Mavi Marmara’yı o günkü şartlarda ve fiilî durum karşısında destekledim ve destekleyici yazılar yazdım. Fakat sonradan edindiğim bilgiler, görüşümü önemli ölçüde değiştirdi ve Fethullah Gülen Hocaefendi’nin o zamanki tavrının ne kadar doğru ve yerinde olduğu neticesine vardım.

1. Mavi Marmara hadisesi, önce Türkiye’nin Orta Doğu’da prestjinin artmasına yarıyor gibi olsa da, daha sonra hem bu prestij düştü, hem de Türkiye, yönetim değişikliğine maruz kalan Mısır’da ve ayrıca Suriye’de en fazla kaybeden ülke haline geldi. İsrail ise, Türkiye ile diplomatik münasebetlerinde azalma olsa da, ticarette kazanmaya devam etti.  Ayrıca, Güney Kıbrıs Rum yönetimiyle yakın ilişkilere girdi ve Doğu Akdeniz’de petrol aramaya başladı. Türkiye, Mavi Marmara ve sonrasında hiçbir şey kazanmadığı gibi, tam tersine, sürekli kaybetti ve bölgede sözü en dinlenmez, artık en hesaba katılmaz ülke konumuna düştü.

2. Bazı “komplo teorileri”nde pek usta olan Abdürrahman Dilipak, Mavi Marmara’ya katılmaktan son anda vazgeçmiştir. 28 Şubat’ın asker nezdindeki mazeretlerinden olan Kudüs Gecesi’ni de kendisinin düzenlediğini söyleyen Dilipak, o geceye de “Hastayım” diye katılmamıştı. Mavi Marmara’nın öncülerinden olmasına rağmen, ona da, son anda çıkan işi, iddiasına göre, İHH’da kriz masasında görev almak için katılmadı.

3. Mavi Marmara, uluslarası sularda saldırıya uğradı. Aynı sularda Deniz Kuvvetlerimiz’e ait Çağrı Grubu muhripleri devriye görevi yapmaktadır. Bu muhripler, rahatlıkla olay yerine yönlendirilebilir, en azından kurtarma çalışmasına katılabilirlerdi.

4. O zamana kadar Türk bandırası taşıyan Mavi Marmara gemisine, Gazze’ye hareket etmeden önce Komor Adaları bandırası çekildi. Oysa gemi Türk bandırasıyla kalsaydı, uluslararası sularda gemiye yapılan bir saldırı, uluslararası hukukta Türkiye topraklarına yapılmış sayılacaktı. Türkiye, bir NATO üyesidir. Ve NATO’nun ünlü 5. Madde’si, NATO’ya üye ülkelerden birinin topraklarına başka bir ülke tarafından yapılan saldırıyı, NATO’ya yapılmış sayıyor ve üyelerin buna cevap vermesini gerektiriyor. Bu bilinirken, bandıranın değiştirilmesiyle Türkiye, hakkı olan NATO müdahalesi ihtimalini kendi elleriyle yok etti. Neden?

5. Mavi Marmara’ya Abdürrahman Dilipak’tan başka 15 AKP’li milletvekili de binmekten vazgeçiyor. Bu 15 milletvekili, gemiye binmek üzere çok önceden yerlerini ayırtmışken, AKP yönetimi, son anda bu milletvekillerinin binmesine herhangi bir gerekçe göstermeden izin vermiyor. Neden? Oysa gemide, 40 civarında yabancı milletvekili de vardı. Bazılarının “İsrail’in saldıracağı hükümet tarafından biliniyordu. Bunun için milletvekillerine izin çıkmadı.” iddiasına cevap nedir? İsrail’in gemiye saldıracağı önceden biliniyor idiyse ve Dilipak ile milletvekillerinin gitmemeleri de bu yüzdense buna rağmen gemi neden gönderilip de iyi niyetli, masum vatandaşların katline göz yumuldu? Acaba birilerini kahraman yapmak için mi?

6. Mavi Marmara’da 9 vatandaşımızın şehid edilmesiyle neticelenen hadisede Türklerden başka daha pek çok ülkeden insan gemide bulunmasına rağmen neden sadece  Türk vatandaşları katledildi ve başka ülkelerden kimseye bir şey olmadı?

İRAN VE EL-KAİDE, CIA‒MI5 BAĞLANTILARI

7. “Camia” ve bilhassa Hocaefendi aleyhinde çok kullanılan Mavi Marmara’nın mahiyetiyle ilgili önemli bir diğer bilgi olarak, Mavi Marmara kafilesine katılan 26 kişi, daha sonra, Türkiye’de İran’ın önde gelen destekçilerinden N.Ş. tarafından İran’a götürülüyor. Dönemin İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, kafiledeki herkesi tek tek bağrına basıyor. Mavi Marmara’nın ikinci defa Gazze’ye gönderilmesi gündeme gelince İran’dan Ayetullah Kaymakamî başkanlığında bir heyet Türkiye’ye geliyor, N.Ş. ile de görüşüyor ve bir protesto yürüyüşüne katılıyor. Fakat hükümet, bu defa Mavi Marmara’nın Gazze’ye gitmesine izin vermiyor.

8. Mavi Marmara seferinde beynelmilel iki isim de var: Abdülhakim Belhaj ve Mehdi al-Haratî. “El-Kaide” bağlantılı bu iki isim, Libya iç savaşında Kaddafi muhalefetinin önde gelen komutanlarından. Belhaj, ABD’ye karşı Afganistan’da da savaşıyor. ABD güçleri tarafından esir alınıp, diğer esirlerin aksine, Libya’ya gönderiliyor. Yedi yıl Libya’da hapis yatan Belhaj daha sonra salınıyor ve gazetecilere CIA ve İngiliz gizli servisi MI5’le işbirliği yaptığını gösteren bir dosya sunuyor. Mavi Marmara’da, şeker hastalığı ağırlaştı diye İsrail askerleri tarafından gemiden indirilip salınan Mehdi el-Haratî’nin ise Libya iç savaşından sonra evine giren hırsız, yüklü miktarda mücevher ve 200.000 euro buluyor. El-Haratî, bu paranın kendisine Libya’da kullanmak üzere Amerikan ajanları tarafından verildiğini söylüyor. Yani, Mavi Marmara’da el-Kaide üyesi iki uluslar arası isim de var ve bunların ikisi de ABD gizli servisi CIA ve İngiliz gizli servisi MI5 ile irtibatlı. Bu gerçekleri de Türkiye ile İsrail arasındaki bazı çok gizi ilişkileri de, Fehmi Koru, bir ara birkaç gün üzerinde durduğu Sibel Edmonds üzerinden de açıklayabilir herhalde.

Bu gerçeklere, İran’ın Türkiye ile tarihî rekabeti, Akdeniz’de bir Türk uçağının Suriye tarafından düşürülmesi, Reyhanlı hadisesi, Uludere’de 34 masum vatandaşımızın aksi ispat edilememiş iddiaya göre MİT’in yanlış istihbarat vermesi sebebiyle kendi uçaklarımız tarafından katledilmesi ve İran’ın Türkiye büyükelçisi Bikdelî’nin geçenlerde İran–MİT münasebetleriyle ilgili sözleri de eklendiğinde, Mavi Marmara hadisesi gibi, ülkemizde birkaç yıldır neler olup bittiği de daha iyi anlaşılabilir düşüncesindeyim ve sormadan edemiyorum:

1. 28 Şubat’ta zirveye çıkan MİT‒MOSSAD ilişkileri aynen devam ediyor mu?

2. Mavi Marmara, Türkiye’yi bölgede İsrail’le karşı karşıya getirip yalnızlaştırmak ve neticede bölgedeki bütün tesirini kırmak için, daha sonra CIA ve MI5 bağlantılı el-Kaide mensuplarının da dâhil olduğu bir İran ve yandaşları prodüksiyonu muydu?

3. Veya, Mavi Marmara, bölgedeki ABD planları çerçevesinde ve AKP iktidarının da prestiji adına yeni bir One Minute hadisesi miydi? Gerçekte neydi?

ABD’Cİ VE İSRAİL’Cİ NİTELEMESİNE KİM DAHA ÇOK YAKIŞIYOR?

Türkiye’de İslâmcı kesimde bazıları, düşünce ve değerlendirmelerinde herhangi müsbet ve inşaî bir değerleri olmadığından en süflî ve en zavallı bir hareket noktası olarak, ABD ve İsrail karşıtı olup olmamayı gündeme getirirler. Bunlar, kendileri dahil kimin özellikle tamir ve müspet hareket adına ne yaptığına bakmadan, en üst perdeden ABD ve İsrail düşmanlığı yapmayı İslâm adına en büyük faaliyet olarak görürler. Böyle bir düşmanlık, ABD ve İsrail’e gerçekten zarar mı veriyor, yoksa hizmet mi ediyor?

ÜST PERDEDEN ABD VE İSRAİL DÜŞMANLIĞI YAPANLAR, GENELLİKLE ABD VE İSRAİL ELEMANI ÇIKIYOR

 Bugün İsrail’e en büyük destek İran’ın sözde İsrail düşmanlığı, İran’a en büyük destek de İsrail’in sözde İran düşmanlığıdır. Konuyla ilgili olarak, 26.08.2012 tarihli Haaretz gazetesinde Aner Shalev imzalı “İsrail ve İran: Ebedî Müttefikler” başlığıyla yayınlanan bir makalede özetle şöyle denmektedir:

İran, İsrail’e ölesiye muhtaç. İsrail olmasa, İran onu icat eder. Bundan dolayı da, İran için İsrail daha uzun yıllar yaşamalıdır. Ayetullahların rejiminin İsrail karşıtı çılgın retoriği kitleleri asıl meselelerinden uzaklaştırıyor. Nefret, daima rejimleri güçlendiren birleştirici bir güç olmuştur. İçeride gerilimi düşürmek için şeytanlaştırılmış haricî bir düşman gibisi olamaz. İran, bunu bütün beklentilerin üstünde olarak başarıyor. İsrail, İran’a yardım ediyor. İran’a saldırının eli kulağında olduğu tehditleri, Ayetullahların rejiminin tekerlerini yağlıyor. Diğer yandan, İsrail de ölesiye İran’a muhtaç. İran olmasa, İsrail onu icat eder. İran, İsrail için daima var olmalıdır. Nefret ve düşmanlık söylemleri, bilhassa sağcı iktidarlar için etkili kontrol mekanizmaları olmuştur. Netanyahu’nun İran karşıtı çılgın retoriği, kitlelerin dikkatini asıl problemlerinden uzaklaştırmaktadır. İran’ın İsrail’i tehditleri, Netanyahu hükümetinin tekerlerini yağlıyor.

Arap ülkeleri içinde de en fazla ABD ve İsrail düşmanlığı yapan Kaddafi olmuştur. 2003 başında, Suudî Arabistan’da yaşayan bir dost, Arap ülkelerinde naklen yayınlanan bir Arap zirvesinde Kaddafi yine diğer liderleri Amerikancı olmakla azarlarken, bir liderin dayanamayıp Kaddafi’ye, “Sizi darbe ile iş başına getiren de İsrail değil miydi?” deyiverdiğini ve bunun üzerine yayının hemen kesildiğini anlatmıştı. Nitekim, internette yer alan ve 23.2.2011 tarihli Sabah gazetesinde de yayınlanan bir habere göre, İsrail’de yaşayan Rachel Sade adlı bir Yahudi kadın, İsrail’in Kanal 2 televizyonunda kendisinin Kaddafi’nin teyzesinin kızı, Kaddafi’nin de hem anne, hem baba tarafından Yahudi, hem de Yahudi öğreti ve âdetlerine göre yetiştirilmiş bir Yahudi olduğunu açıklamıştı.

SLOGANİK İSRAİL DÜŞMANLIĞI NEYE YARIYOR?

Bazı sözümona İslâmcı yazarlar “Üslûb-u beyan, aynıyla insan” gerçeğinin tezahürleri olarak, kendilerine yakıştırdıkları üslûplarıyla ikide bir ABD ve İsrail aleyhinde bulunmuyor diye hizmet hareketini ve Fethullah Gülen Hocaefendi’yi vurmaya çalışıyorlar. Sanki İsrail aleyhine yayınları İsrail’den bir şey eksiltti ve İsrail’e zarar verdi. 2005 yılında merhum Şeyh Ahmet Yasin’in öldürülmesi üzerine Başbakan Erdoğan, İsrail için terör uyguluyor demişti. Fakat ABD’de Yahudi lobisinin tepkileri karşısında, 100 kişilik heyetle İsrail’e ziyarette bulundu ve Ariel Sharon tarafından, “İsrail’in ve Yahudi Milleti’nin başkenti Kudüs’e hoş geldiniz!” diye karşılandı. İsrail Kudüs’ü başkent ilan etse de, Birleşmiş Milletler, bunu kabûl etmiş değil. Buna rağmen Başbakan, “Kudüs nasıl İsrail’in başkenti oluyor?” bile diyemedi. Başbakan’ın ABD’de Yahudi kuruluşu ADL (Anti-Defamation League)’den üstün cesaret ödülü aldığı, 2007’de Hudson’da Neo-Con heyetine Cüneyt Zapsu’nun Başbakan ile ilgili olarak “Bu adamı lâğım kanalına süpürmeyin. Kullanın!” dediği de biliniyor. Erbakan’ın Başbakan ve AKP ile ilgili videoları da internette. Bütün bunlara bakarak Başbakan için “İsrail’in adamı” hükmü vermek, doğru olur mu?

İKTİDARIN GÖRÜNÜŞTEKİ İSRAİL KARŞITLIĞI KİME, NE GETİRDİ?

İktidarın üst perdeden sözlü İsrail karşıtlığı İsrail’e zarar mı getirdi, fayda mı? Sahi İsrail ne kaybetti Başbakan Erdoğan’ın üst perdeden konuşmalarından, İslâmcıların İsrail aleyhine sloganvarî düşmanlıklarından? One Minute ve Mavi Marmara hadiselerinden sonra bile kaybeden İsrail mi oldu, Türkiye mi? İsrail, Güney Kıbrıs’la anlaşma yaptı; Doğu Akdeniz’i âdeta bir gölü haline getirdi. Doğu Akdeniz’de petrol aramaya başladı. Ya bir petrol arama gemisi bile olmayan Türkiye? Piri Reis takasını Akdeniz’e göndermekten başka ne yapabildi? Sahi, bu gemi Akdeniz’de petrol buldu mu? O günden bu yana acaba bir petrol arama gemisi ‒haydi inşa edemiyoruz ama‒ en azından satın alabildik mi?

PERDE ÖNÜNDE ABD VE İSRAİL’E KÜKRE, PERDE GERİSİNDE EL ELE!

Sonra, Başbakan Erdoğan ve AKP hükümeti, İsrail’e karşı tavrında samimi mi? Buyurun bir haber: 4.11.2013 tarihli İsrail Ynetnews gazetesi, Mavi Marmara hadisesinden sonra, “Çözüm Süreci” denilen süreçle başlayan Türkiye ile İsrail arasındaki uzlaşmadan da önce Başbakan’ın oğlu ve MB Shipping Company’nin sahibi Ahmet Burak Erdoğan’ın iki yük gemisinin Türkiye ile İsrail arasında defalarca gidip geldiğini ve ticarî eşya taşıdığı haberini yapıyor. Gazete, Türkiye‒İsrail ilişkilerinin güya askıda olduğu son üç yılda İsrail ile Türkiye arasındaki ticaretin % 30 civarında, 4 milyar dolar artış gösterdiğini ve bütün dönemlerin en yüksek ticaret hacmine ulaştığını da ekliyor. İsrail Başbakanı Netanyahu da, daha geçenlerde buna temasla, Türkiye ile İsrail arasındaki ticaretin İsrail lehine sürekli artış gösterdiğini belirtmişti. Burada şunu da kaydedelim ki, Başbakan’ın oğlu Ahmet Burak Erdoğan’ın İsrail’e gidip gelen iki yük gemisinden biri olan Safran-1, 95 metre uzunluğunda imiş, yani Başbakan’a göre bir “gemicik.”

RÜŞVET VE YOLSUZLUK OPERASYONUNUN ARKASINDA ABD VE İSRAİL Mİ VAR?

Diğer yandan, medyada Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük rüşvet ve yolsuzluk operasyonu olarak yansıyan son operasyon, iktidar ve iktidar sözcüleri tarafından hemen yine ABD ve İsrail komplosu olarak lânse edildi. Hattâ Başbakan, ABD Ankara büyükelçisi Ricciardone’ye âdeta “Çek git!” dedi. İktidar sözcüsü gazeteler de bu veya benzer manşetlerle çıktılar. Tabiî ABD, hiç takmadı. Çünkü Başbakan ve medyadaki sözcüleri halka karşı her zaman yaptıkları gibi böyle davranırken, Dış İşleri Bakanlığı, “Hayır, hayır! Böyle bir düşüncemiz yok!” diye ABD’ye teminat veriyordu. Yine, aynı bugünlerde İsrail’le görüşmeler yapılıyor ve iktidar, Mavi Marmara ile ilgili İsrail’den istediğimiz tazminatta indirime gittiği gibi, Türkiye’nin hadiseye karışan İsrail komutan ve askerlerinin yargılanması gibi bir talebinin olmayacağı garantisini de veriyordu. Bir diğer gelişme olarak, İsrail’in TÜSİAD’ı İsrail İmalatçılar Birliği (MAI) ve İsrail Tekstil ve Moda Sanayicileri Birliği’nin ekonomi düşünce kuruluşu TEPAV’la ABD’ye gümrüksüz mal ihracına imkân tanıyan Nitelikli Sanayi Bölgesi kurulmasına yönelik işbirliği protokolü imzalanıyordu. Hem de bu bölge, Güneydoğumuzda kurulacaktı. Buna göre, Türkiye, ABD’ye yapacağı gümrüksüz ihracat karşılığı İsrail’e önemli miktarda komisyonlar ödeyecek. İşte perde önünde ABD ve İsrail’i suçlar ve böylece hakkımızdaki yolsuzluk ve rüşvet iddialarından halkın nazarında güya temize çıkmaya çalışır, söz konusu rüşvet ve yolsuzluk operasyonunu yapanları ve bu arada tabiî ki “Cemaat”i ABD ve İsrail’le ilişkilendiriverirken, perde gerisinde bunlar oluyor. Bu tür davranışların adına İslâm’da ne dendiği herhalde herkesin malûmudur.

HAKAN FİDAN’IN BAĞIMSIZ, DAVUTOĞLU’NUN VİZYONER DIŞ POLİTİKALARI

Öte yandan, Dış İşleri Bakanı Davutoğlu’nun Malikî ziyaretinin ve Başbakan’ın Barzani ile Diyarbakır buluşmasının Hakan Fidan hakkında iki ABD gazetesinde çıkan yazıdan sonra gerçekleşmesi üzerinde kimse durmuyor. Bu iki yazı etrafında, Türkiye’de günlerce Erdoğan, Davutoğlu ve Fidan, ABD ve İsrail’in hedefinde diye köpürtüldükçe köpürtüldü. Güya Fidan Mısır ve Suriye’de ABD ve İsrail’den bağımsız politikalar takip etmiş de, ABD ve İsrail bunlardan çok rahatsız olmuş. Allah aşkına, bir iktidar, dış politikalarında kendi ülkesinin menfaatini mi ön plana almalıdır, yoksa başka ülkelere zarar vermeyi mi? Ayrıca, bu politikalar Türkiye’nin mi lehine, yoksa ABD, İsrail ve İran’ın mı lehine oldu? Yahu Mısır’da hangi etkimiz kaldı? Suriye’de hangi tesirimiz var? Bu gidiş Esed’le barışmaktan başka bir şey yapabilecek miyiz acaba? Ayrıca, dış politikada, tabiî Suriye meselesinde de yaptığımız yanlışların onbinlerce insanın öldürülmesinde dolaylı da olsa etkisinin olmadığı söylenebilir mi? Fidan’ın ABD ve İsrail’i rahatsız eden bağımsız (!) politikaları, Suriye’nin kuzeyinde ikinci PKK devletinin kurulmasına yol açmadı mı? Bugün bölgede ve dünyada en etkisiz, en zavallı bir ülke haline gelmedik mi? Sayın Cumhurbaşkanı’nın son ABD gezisinde verdiği yemeğe Gürcistan temsilcisinden başka katılan oldu mu acaba? İnsan, tam tersi yayınlar yaparken biraz sıkılmalı değil mi? Bu kadar mübalâğa ve çarpıtma reklamlarda bile olmuyor.

Ne oldu iki ABD gazetesinde çıkan Fidan eleştirisinden sonra? Türkiye, Suriye politikalarında ABD karşısında bir defa daha dize geldi. Derhal Ali Babacan ABD’ye gönderildi. Dışişleri Bakanı ve vizyoner (!) dış politikası bizi dış politikada Barzani ve Malikî’ye muhtaç hale getirmiş olan Davutoğlu, derhal Bağdat’ta Malikî ile kucaklaşmaya gitti. Başbakan da Diyarbakır’da Barzanî’nin ayağına gitti? Ne için? “Fidan hakkında yazıldığı gibi biz Suriye’de Sünnileri falan desteklemiyoruz? Nusra gibi, el-Kaide gibi örgütlere silah ve destek sağlamıyoruz. Bakın biz, Şiilerle, Kuzey Irak Kürt yönetimiyle kuzu sarması gibi can ciğer sarmayız!” demek için mi? Yine, Mısır’da Mursî’nin ordu tarafından devrilmesinde de Hakan Fidan ve Davutoğlu’nun aynı politikalarının tesiri konusunda medyada ciddî analizler de okuduk. Türkiye, tarihinin herhangi bir döneminde dış politikada bu kadar zillet yaşadı mı? Neden dolayı? Davutoğlu’nun vizyoner (!), Hakan Fidan’ın ABD ve İsrail’den bağımsız (!) politikaları sebebiyle? Başbakan’ın -sadece Yeni Şafak’ın manşetlerinde- ‘Orta Doğu’nun imparatoru, İslâm Dünyası’nın halifesi, dünya başbakanı olması (!)’ sebebiyle. Bunlara ve Başbakan’ın, İslâm dünyasını bölmeye yönelik Amerikan projesi BOP (Büyük Ortadoğu Projesi)nin -bizzat kendi itirafıyla- eşbaşkanı olmasına ve bu projede Türkiye’nin bir vazifesi bulunduğunu söylemesine de bakarak, Amerikancılık ve İsrailcilik, gerçekte, AKP iktidarı ve onun yandaş destekçilerine yakışıyor, denilse haksız mı olunur?