MAVİ MARMARANIN MAHİYETİ: GERÇEKTE NEYDİ MAVİ MARMARA?

Başbakan ve yandaşlarının elinde, özellikle son yolsuzluk ve rüşvet operasyonunu etkisizleştirmek ve bu operasyonda elde edilen onca delili karatmak için kullanageldikleri bir argüman var: “Uluslararası güçler, bu arada ABD ve bilhassa İsrail, Türkiye içindeki uzantıları (yani onlara göre “Cemaat” (A.Ü.) ile ittifak halinde Erdoğan’a karşı operasyon yapıyor.” Bunun için de sarıldıkları tek argüman, Erdoğan’ın güya ABD ve İsrail aleyhinde ve özellikle İsrail’le mücadele edebilen bir başbakan olduğu iddiası. Bunun asla doğru olmadığını önceki “ABD’ci ve İsrail’ci Nitelemesine Kim Daha Çok Yakışıyor” (www.aliunal55.wordpress.com) başlıklı yazımda delilleriyle ortaya koymaya çalıştım. Şimdi, Mavi Marmara olayını da daha iyi anlayabilmek için önce, Erdoğan ve ABD-İsrail münasebetlerine biraz daha yakından bakmak gerekiyor:

ERDOĞAN, ABD VE İSRAİL İLİŞKİLERİ

Erdoğan’ın, ABD’de yayınlanan ve on milyondan fazla tirajı bulunan Wall Street Journal’ın 31 Mart 2003 tarihli nüshasında şu sözleri yer alıyor: “(Irak’ta savaşan ABD’li) cesur bay ve bayanların en az kayıpla ülkelerine mümkün olan en kısa zamanda dönmelerini ve Irak’taki acının bir an önce bitmesini ümit ve bunun için  dua ediyoruz. Dönemin ABD Savunma Bakan Yardımcısı ve Irak’a saldırının baş mimarlarından Paul Wolfowitz, Irak’ın ABD tarafından işgalinden üç ay önce Türkiye’ye yaptığı ziyarette “Biz, Irak’a müdahale konusunda tereddüt ediyorduk, Tayyip Erdoğan bize cesaret verdi.” diyor. Bu savaşta ABD’nin Türkiye topraklarını kullanmasıyla ilgili AKP iktidarının Meclis’e verdiği tezkere CHP’nin tümden ve AKP içindeki bazı milletvekillerinin verdiği “hayır” oyuyla reddedilmiş de olsa, dönemin Millî Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Los Angeles World Affairs Council adlı kuruluşun düzenlediği konferansta yaptığı konuşmada, “Irak savaşında ABD, (Adana’daki) İncirlik üssünü kullandı ve buradan 4 bin 990 sorti gerçekleştirdi.” itirafında bulunuyor. Yani, onbinlerce Iraklı Müslüman’ın öldürülmesinde AKP iktidarı sebebiyle büyük katkımız bulunuyor.

Yine, Yeni Şafak gazetesinin 11.06.2005 tarihli nüshasında şu çok önemli haberi okuyoruz (cümle kuruluşundaki hatalar gazeteye aittir. Çünkü aynen nakledilmiştir):

“Erdoğan, ‘Küresel sorunlarla mücadelede dünyanın ABD’ye ihtiyacı olduğunu; Türkiye ile ABD’nin temel hedeflerinin örtüştüğünü’ söyledi.

Erdoğan, (ABD’de) Foreign Policy Association’da “Türk Dış Politikası ve ABD’yle İlişkiler: Paylaşılan Vizyonlar ve Birbirini Güçlendiren Yetenekler Ortaklığı” konulu bir konuşma yaptı.

Erdoğan, bu gücü nedeniyle dünyanın, terörizmden kitle imha silahlarına, ekonomik ve demografik dengesizliklerden çevresel meselelere kadar tüm uluslararası sorunlarla mücadelede ABD’ye ihtiyacı olduğunu da kaydetti. Erdoğan, “ABD, bu süreçte öncelikle müttefiklerini yanında bulacaktır.” diye konuştu.

Irak’taki duruma da değinen Erdoğan, bu ülkeye en fazla yardımın Türkiye’den ulaştığını vurguladı. Erdoğan, Irak sorunuyla baş etmek için izlenecek yöntem konusunda başlangıçta ABD ile müttefiklerinin tam bir mutabakat sağlayamadığını, Türkiye’nin de kendi tecrübeleri ışığında ve demokratik karar süreçleri neticesinde kendi uygun gördüğü şekilde ABD’ye destek verdiğini söyledi.

“Temel hedeflerimiz örtüşüyor”

Türkiye’nin ABD ile yaklaşım ve hedeflerinin örtüştüğü bir diğer alanın da Türkiye’nin komşu coğrafyalarındaki reform ve demokratikleşme gündemi olduğunu vurgulayan Erdoğan, Türkiye’nin Ortadoğu ve İslâm dünyasına yönelik arzusunun, “hür, açık ve demokratik toplumlar, refaha ulaşılmasını kolaylaştıracak etkin ekonomik yapılar ve iyi yönetişim ilkelerinin hayata geçirilmesi” olduğunu söyledi.”

Yeni Şafak’ın aynı haberinde Erdoğan‒İsrail veya Erdoğan-Musevîler arasındaki ilişkileri de ortaya döken şu satırları da okuyoruz:

ERDOĞAN’DAN MUSEVİ KARŞITLIĞINA TEPKİ

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Musevi Karşıtlığına Karşı Savaşım Grubu’nda yaptığı konuşmada Musevi karşıtlığını “utanç verici bir akıl hastalığının tezahürü” olarak değerlendirdi. Başbakan Erdoğan, New York’ta önde gelen Musevi kuruluşlarından ‘Anti Defamation League’ tarafından İkinci Dünya Savaşı’nda soykırıma uğratılan Musevileri kurtaran Türk diplomatlara verilen Cesaret Ödülü’nü Türkiye adına aldı. Başbakan Erdoğan, Musevi soykırımının tarih boyunca insanlığa karşı gerçekleştirilmiş en akıl almaz suç olduğunu dile getirdi. Milyonlarca Musevi’nin bu suçun doğrudan kurbanı olduğunu belirten Başbakan Erdoğan, Musevi düşmanlığını “utanç verici bir akıl hastalığının tezahürü” olarak değerlendirdi ve “Katliamla sonuçlanan bir sapkınlıktır, sapıklıktır” dedi. Musevi düşmanlığının Türkiye’de yeri olmadığını ifade eden Erdoğan, “Peygamberimiz Hazreti Muhammed, Musevilerle birlikte yaşamış ve inananlardan onları korumasını istemiştir. Başka dinlere hoşgörü göstermek bize Peygamberimizin mirasıdır.” dedi.

İSRAİLLİ VE MUSEVÎ OLMAYAN HİÇBİR ÜLKE LİDERİNE VERİLMEYEN ÖDÜL, ERDOĞAN’A VERİLİYOR

Erdoğan’a ADL tarafından verilen bu ödülü izah için AKP’liler, “o ödül Erdoğan’a değil, Türkiye’ye verildi” diyorlar. Fakat, “60 yıl önceki bir hadiseyle ilgili ödül niye önceki başbakanlara değil de Erdoğan’a verildi?” sorusu cevap beklediği gibi, Erdoğan’a Yahudiler tarafından verilen tek ödül de bu değil. Bu ödülden altı ay önce bir başka Yahudi kuruluşu daha ödüllendirmiş Recep Tayyip Erdoğan’ı. 5.2.2005 tarihli Yeni Şafak’ta Taha Kıvanç (Fehmi Koru)’nun kaleminden okuyalım:

“Başbakan Tayyip Erdoğan da gezisinde çeşitli Musevi kuruluşlarıyla ilgilendi, bazılarının davetine katıldı, birinden ödül aldı. Tayyip Erdoğan’a ‘cesaret ödülü’ veren kuruluşun adı ‘American Jewish Congress’ (AJC)… World Jewish Congress, Theodore Herzl tarafından 19. yüzyıl sonunda kurulmuştu ve birkaç yıl önce 100. yıldönümü kutlandı. Dünya Musevilerini bir ‘ulusal yurda’ kavuşturma amaçlı kurulmuş ve İsrail ile amacını gerçekleştirmiş örgütün bir türevi Amerika’daki

Daha önce AJC tarafından 10 kadar kişi ödüle lâyık görülmüş; bunlar arasında İsrailli veya Musevi olmayan tek kişi Tayyip Erdoğan. Listede İsrail’in önemli bütün başbakanları yer alıyor, Golda Meir bile… Türkiye başbakanına böyle bir ödülün verilmesi bayağı anlamlı. Ödülün verildiği mekân da öyle: HSBC bankasının New York merkezi… İstanbul’daki terörist saldırılara hedef olanlardan Musevilerin ABD’deki temsilcisi olan örgüt ödül veriyor, diğer hedef HSBC ise ödül törenine salonunu tahsis ediyor… Her şey ne kadar sembolik…”

Demek ki, İsrail’in kurulmasının öncüsü ve Siyonizm’in babası Theodor Herzl’in kurduğu Musevî kuruluşu,  İsrail’e en iyi hizmet eden kendi devlet adamlarına verdiği ödülü Erdoğan’a da veriyor, hem de kendi devlet adamları dışında sadece Erdoğan’a. Fehmi Koru’nun yazdığı gibi, ne kadar sembolik, ne kadar anlamlı!

ONE MINUTE’TEN SONRA

AKP’liler, bütün bu gerçeklere cevap olarak, “Bütün bunlar, One Minute’a kadardı!” diyorlar. Pekiyi, One Minute’ten sonra AKP iktidarında Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinde değişiklik oldu mu? Geçen yazımda yer verildiği üzere:

One Minute ve dahi Mavi Marmara hadiselerinden sonra İsrail hiçbir şey kaybetmedi, her şey İsrail lehine “Kazan, kazan!” olarak cereyan etti.  Başbakan Erdoğan bir taraftan İsrail’e One Minute çekerken, bundan sonraki süreçte, oğlu ve MB Shipping Company’nin sahibi Ahmet Burak Erdoğan, iki yük gemisiyle Türkiye ve İsrail arasında defalarca ticarî eşya taşıdı. Yani, hem oğlu kazandı, hem de İsrail. Bu son üç yılda İsrail ile Türkiye arasındaki ticaret % 30 civarında, 4 milyar dolar artış gösterdi ve bütün dönemlerin en yüksek ticaret hacmine ulaştı. İsrail ile Türk ordusu arasındaki ilişkiler de aynen devam etti. Başbakan başta olmak üzere AKP’lilerin “Erdoğan’a karşı ABD ve İsrail operasyonu” olarak yaftaladıkları son Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu sürecinde bile AKP iktidarı İsrail’le görüşmelere devam etti ve bu görüşmelerde bir yandan Mavi Marmara ile ilgili İsrail’den istenilen tazminatta indirime gidilir ve İsrail’e Türkiye’nin hadiseye karışan İsrail komutan ve askerlerinin yargılanması gibi bir talebinin olmayacağı garantisini verilirken, diğer yandan İsrail’le Güneydoğu’muzda Nitelikli Sanayi Bölgesi kurulmasına yönelik işbirliği protokolü imzalandı. Burada üretilecek malların ABD’ye gümrüksüz ihracı karşısında İsrail’e önemli miktarlarda komisyon ödeyeceğiz. Bu aynı dönemde, İsrail Türkiye ile ilişkilerinde hep kazandığı gibi, başka türlü de kazandı. Güney Kıbrıs’la anlaşma yaptı; Doğu Akdeniz’i âdeta bir gölü haline getirdi ve Doğu Akdeniz’de petrol aramaya başladı.

Bütün bu gerçekler karşısında Erdoğan için “ABD’ci ve İsrail’ci” demek doğru olur mu? Bir devlet, çıkarları gereği bütün devletlerle görüşür, anlaşmalar yapar. Ama, bir taraftan bunlar yapılırken, diğer taraftan o devletlerin bir veya bir kaçının sözde düşmanlığını yapmak, bunu bir değerlendirme ölçüsü haline getirmek ve bazılarını bu sözde düşmanlık temelinde suçlamak, asla ahlâkî bir tavır değildir. Hele bir yanda bu gerçekler ortada iken, diğer tarafta, ABD ve İsrail’le hiç de böylesi münasebetler içinde olmayanları ABD’ci ve İsrail’ci olmakla suçlamak, kelimenin tam  manâsıyla apaçık iftiradır. Ve ne yazık ki başta Erdoğan olmak üzere, militan yandaşları, bu iftirayı sürekli atmaktan geri durmamaktadırlar. Oysa Kur’an, mü’minleri hiç de müstahak olmadıkları ezaya maruz bırakanların apaçık ağır bir günah ve iftira vebali altında olduğunu beyan buyurduğu gibi (Ahzâb Sûresi/33: 58), iftirayla ilgili olarak, meselâ masum kadınlara zina iftirasında bulunanların dünyada ve Âhiret’te mel’un olduklarını ilân ediyor (Nur Sûresi/24: 23).

SON DÖNEMDE TÜRKİYE‒İRAN İLİŞKİLERİ

Bu açıklamalardan sonra Mavi Marmara ile ilgili tesbitlerimizi verelim. Ama yine meseleyi iyi anlamak için son dönemdeki Türkiye‒İran ilişkilerine de bakmak gerekiyor:

Ali Bulaç, Zaman Gazetesi’ndeki bir yazısında, Türkiye’nin bölgede düştüğü son zelil durumu izah sadedinde İran ile rekabete girildiği iddiasında da bulunuyor. Oysa gerçek, bunun tam tersidir. Apaçık gerçekler olarak, Türkiye, son dönemde İran ile oldukça sıkı‒fıkı ilişkilere girmiş, İran ile ilgili olarak Birleşmiş Milletler’de alınan kararı imzalamamış, İran’ı korumuş, İran’ın Türkiye’nin politikasının tam tersi olan Suriye politikasına ve Esed’i sonuna kadar desteklemesine rağmen, İran ile ilişkilerinde herhangi bir menfî tavır kesinlikle takınmamıştır. Daha da öte, son rüşvet ve yolsuzluk operasyonuyla, İran adına Halk Bankası vasıtasıyla ne kadar kara para akladığımız da ortaya çıkmıştır. Bunun yanısıra, İran, tarihimizde II. Bayezid döneminde olduğu gibi Türkiye’nin içine çok fazla sokulmuştur. Lise seviyesindeki öğrenciler için İran ile eğitim anlaşması yapılmış, YÖK, İran’daki 48 üniversiteye Ezher’e bile tanımadığı denkliyi tanımış, 700 Alevî dedesi, İran’a götürülüp, İran’ın dinî lideri Hameney’le görüştürülmüştür. Yine, Giresun, Erzurum, Van ve Siirt Üniversiteleri’nde İran’ın ve Türkiye’deki İran yanlılarının çok derin etkileri, konuyla ilgilenen herkes tarafından bilinmektedir. Türkiye‒İran arasında devlet adamlarının çok sık ziyaretlerinin yanı sıra, İran’ın Ankara Büyükelçisi Ali Rıza Bikdeli, geçtiğimiz Kasım ayı sonlarında yaptığı açıklamada, İran istihbarat servisi MOİS’le Türkiye istihbarat teşkilatı MİT’in yakın işbirliği içinde olduğunu söylemiştir. AKP iktidarının özellikle MİT müsteşarı Hakan Fidan tarafından sürdürülen Suriye politikasının İran politikasına ters görünmesi bizi aldatmamalıdır. Çünkü bu politikanın sonunda, şimdiye kadar bölgede olduğu gibi, Suriye’de de kazanan Türkiye değil, açıkça İran olmuş, Türkiye, sadece kaybetmiştir.

MAVİ MARMARA İLE İLGİLİ TESBİTLERİMİZ

Şimdi, bunca gerçekten sonra Mavi Marmara ile ilgili tesbitlerimize geçebiliriz:

Mavi Marmara’yı o günkü şartlarda ve fiilî durum karşısında destekledim ve destekleyici yazılar yazdım. Fakat sonradan edindiğim bilgiler, görüşümü önemli ölçüde değiştirdi ve Fethullah Gülen Hocaefendi’nin o zamanki tavrının ne kadar doğru ve yerinde olduğu neticesine vardım.

1. Mavi Marmara hadisesi, önce Türkiye’nin Orta Doğu’da prestjinin artmasına yarıyor gibi olsa da, daha sonra hem bu prestij düştü, hem de Türkiye, yönetim değişikliğine maruz kalan Mısır’da ve ayrıca Suriye’de en fazla kaybeden ülke haline geldi. İsrail ise, Türkiye ile diplomatik münasebetlerinde azalma olsa da, ticarette kazanmaya devam etti.  Ayrıca, Güney Kıbrıs Rum yönetimiyle yakın ilişkilere girdi ve Doğu Akdeniz’de petrol aramaya başladı. Türkiye, Mavi Marmara ve sonrasında hiçbir şey kazanmadığı gibi, tam tersine, sürekli kaybetti ve bölgede sözü en dinlenmez, artık en hesaba katılmaz ülke konumuna düştü.

2. Bazı “komplo teorileri”nde pek usta olan Abdürrahman Dilipak, Mavi Marmara’ya katılmaktan son anda vazgeçmiştir. 28 Şubat’ın asker nezdindeki mazeretlerinden olan Kudüs Gecesi’ni de kendisinin düzenlediğini söyleyen Dilipak, o geceye de “Hastayım” diye katılmamıştı. Mavi Marmara’nın öncülerinden olmasına rağmen, ona da, son anda çıkan işi, iddiasına göre, İHH’da kriz masasında görev almak için katılmadı.

3. Mavi Marmara, uluslarası sularda saldırıya uğradı. Aynı sularda Deniz Kuvvetlerimiz’e ait Çağrı Grubu muhripleri devriye görevi yapmaktadır. Bu muhripler, rahatlıkla olay yerine yönlendirilebilir, en azından kurtarma çalışmasına katılabilirlerdi.

4. O zamana kadar Türk bandırası taşıyan Mavi Marmara gemisine, Gazze’ye hareket etmeden önce Komor Adaları bandırası çekildi. Oysa gemi Türk bandırasıyla kalsaydı, uluslararası sularda gemiye yapılan bir saldırı, uluslararası hukukta Türkiye topraklarına yapılmış sayılacaktı. Türkiye, bir NATO üyesidir. Ve NATO’nun ünlü 5. Madde’si, NATO’ya üye ülkelerden birinin topraklarına başka bir ülke tarafından yapılan saldırıyı, NATO’ya yapılmış sayıyor ve üyelerin buna cevap vermesini gerektiriyor. Bu bilinirken, bandıranın değiştirilmesiyle Türkiye, hakkı olan NATO müdahalesi ihtimalini kendi elleriyle yok etti. Neden?

5. Mavi Marmara’ya Abdürrahman Dilipak’tan başka 15 AKP’li milletvekili de binmekten vazgeçiyor. Bu 15 milletvekili, gemiye binmek üzere çok önceden yerlerini ayırtmışken, AKP yönetimi, son anda bu milletvekillerinin binmesine herhangi bir gerekçe göstermeden izin vermiyor. Neden? Oysa gemide, 40 civarında yabancı milletvekili de vardı. Bazılarının “İsrail’in saldıracağı hükümet tarafından biliniyordu. Bunun için milletvekillerine izin çıkmadı.” iddiasına cevap nedir? İsrail’in gemiye saldıracağı önceden biliniyor idiyse ve Dilipak ile milletvekillerinin gitmemeleri de bu yüzdense buna rağmen gemi neden gönderilip de iyi niyetli, masum vatandaşların katline göz yumuldu? Acaba birilerini kahraman yapmak için mi?

6. Mavi Marmara’da 9 vatandaşımızın şehid edilmesiyle neticelenen hadisede Türklerden başka daha pek çok ülkeden insan gemide bulunmasına rağmen neden sadece  Türk vatandaşları katledildi ve başka ülkelerden kimseye bir şey olmadı?

İRAN VE EL-KAİDE, CIA‒MI5 BAĞLANTILARI

7. “Camia” ve bilhassa Hocaefendi aleyhinde çok kullanılan Mavi Marmara’nın mahiyetiyle ilgili önemli bir diğer bilgi olarak, Mavi Marmara kafilesine katılan 26 kişi, daha sonra, Türkiye’de İran’ın önde gelen destekçilerinden N.Ş. tarafından İran’a götürülüyor. Dönemin İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, kafiledeki herkesi tek tek bağrına basıyor. Mavi Marmara’nın ikinci defa Gazze’ye gönderilmesi gündeme gelince İran’dan Ayetullah Kaymakamî başkanlığında bir heyet Türkiye’ye geliyor, N.Ş. ile de görüşüyor ve bir protesto yürüyüşüne katılıyor. Fakat hükümet, bu defa Mavi Marmara’nın Gazze’ye gitmesine izin vermiyor.

8. Mavi Marmara seferinde beynelmilel iki isim de var: Abdülhakim Belhaj ve Mehdi al-Haratî. “El-Kaide” bağlantılı bu iki isim, Libya iç savaşında Kaddafi muhalefetinin önde gelen komutanlarından. Belhaj, ABD’ye karşı Afganistan’da da savaşıyor. ABD güçleri tarafından esir alınıp, diğer esirlerin aksine, Libya’ya gönderiliyor. Yedi yıl Libya’da hapis yatan Belhaj daha sonra salınıyor ve gazetecilere CIA ve İngiliz gizli servisi MI5’le işbirliği yaptığını gösteren bir dosya sunuyor. Mavi Marmara’da, şeker hastalığı ağırlaştı diye İsrail askerleri tarafından gemiden indirilip salınan Mehdi el-Haratî’nin ise Libya iç savaşından sonra evine giren hırsız, yüklü miktarda mücevher ve 200.000 euro buluyor. El-Haratî, bu paranın kendisine Libya’da kullanmak üzere Amerikan ajanları tarafından verildiğini söylüyor. Yani, Mavi Marmara’da el-Kaide üyesi iki uluslar arası isim de var ve bunların ikisi de ABD gizli servisi CIA ve İngiliz gizli servisi MI5 ile irtibatlı. Bu gerçekleri de Türkiye ile İsrail arasındaki bazı çok gizi ilişkileri de, Fehmi Koru, bir ara birkaç gün üzerinde durduğu Sibel Edmonds üzerinden de açıklayabilir herhalde.

Bu gerçeklere, İran’ın Türkiye ile tarihî rekabeti, Akdeniz’de bir Türk uçağının Suriye tarafından düşürülmesi, Reyhanlı hadisesi, Uludere’de 34 masum vatandaşımızın aksi ispat edilememiş iddiaya göre MİT’in yanlış istihbarat vermesi sebebiyle kendi uçaklarımız tarafından katledilmesi ve İran’ın Türkiye büyükelçisi Bikdelî’nin geçenlerde İran–MİT münasebetleriyle ilgili sözleri de eklendiğinde, Mavi Marmara hadisesi gibi, ülkemizde birkaç yıldır neler olup bittiği de daha iyi anlaşılabilir düşüncesindeyim ve sormadan edemiyorum:

1. 28 Şubat’ta zirveye çıkan MİT‒MOSSAD ilişkileri aynen devam ediyor mu?

2. Mavi Marmara, Türkiye’yi bölgede İsrail’le karşı karşıya getirip yalnızlaştırmak ve neticede bölgedeki bütün tesirini kırmak için, daha sonra CIA ve MI5 bağlantılı el-Kaide mensuplarının da dâhil olduğu bir İran ve yandaşları prodüksiyonu muydu?

3. Veya, Mavi Marmara, bölgedeki ABD planları çerçevesinde ve AKP iktidarının da prestiji adına yeni bir One Minute hadisesi miydi? Gerçekte neydi?

ABD’Cİ VE İSRAİL’Cİ NİTELEMESİNE KİM DAHA ÇOK YAKIŞIYOR?

Türkiye’de İslâmcı kesimde bazıları, düşünce ve değerlendirmelerinde herhangi müsbet ve inşaî bir değerleri olmadığından en süflî ve en zavallı bir hareket noktası olarak, ABD ve İsrail karşıtı olup olmamayı gündeme getirirler. Bunlar, kendileri dahil kimin özellikle tamir ve müspet hareket adına ne yaptığına bakmadan, en üst perdeden ABD ve İsrail düşmanlığı yapmayı İslâm adına en büyük faaliyet olarak görürler. Böyle bir düşmanlık, ABD ve İsrail’e gerçekten zarar mı veriyor, yoksa hizmet mi ediyor?

ÜST PERDEDEN ABD VE İSRAİL DÜŞMANLIĞI YAPANLAR, GENELLİKLE ABD VE İSRAİL ELEMANI ÇIKIYOR

 Bugün İsrail’e en büyük destek İran’ın sözde İsrail düşmanlığı, İran’a en büyük destek de İsrail’in sözde İran düşmanlığıdır. Konuyla ilgili olarak, 26.08.2012 tarihli Haaretz gazetesinde Aner Shalev imzalı “İsrail ve İran: Ebedî Müttefikler” başlığıyla yayınlanan bir makalede özetle şöyle denmektedir:

İran, İsrail’e ölesiye muhtaç. İsrail olmasa, İran onu icat eder. Bundan dolayı da, İran için İsrail daha uzun yıllar yaşamalıdır. Ayetullahların rejiminin İsrail karşıtı çılgın retoriği kitleleri asıl meselelerinden uzaklaştırıyor. Nefret, daima rejimleri güçlendiren birleştirici bir güç olmuştur. İçeride gerilimi düşürmek için şeytanlaştırılmış haricî bir düşman gibisi olamaz. İran, bunu bütün beklentilerin üstünde olarak başarıyor. İsrail, İran’a yardım ediyor. İran’a saldırının eli kulağında olduğu tehditleri, Ayetullahların rejiminin tekerlerini yağlıyor. Diğer yandan, İsrail de ölesiye İran’a muhtaç. İran olmasa, İsrail onu icat eder. İran, İsrail için daima var olmalıdır. Nefret ve düşmanlık söylemleri, bilhassa sağcı iktidarlar için etkili kontrol mekanizmaları olmuştur. Netanyahu’nun İran karşıtı çılgın retoriği, kitlelerin dikkatini asıl problemlerinden uzaklaştırmaktadır. İran’ın İsrail’i tehditleri, Netanyahu hükümetinin tekerlerini yağlıyor.

Arap ülkeleri içinde de en fazla ABD ve İsrail düşmanlığı yapan Kaddafi olmuştur. 2003 başında, Suudî Arabistan’da yaşayan bir dost, Arap ülkelerinde naklen yayınlanan bir Arap zirvesinde Kaddafi yine diğer liderleri Amerikancı olmakla azarlarken, bir liderin dayanamayıp Kaddafi’ye, “Sizi darbe ile iş başına getiren de İsrail değil miydi?” deyiverdiğini ve bunun üzerine yayının hemen kesildiğini anlatmıştı. Nitekim, internette yer alan ve 23.2.2011 tarihli Sabah gazetesinde de yayınlanan bir habere göre, İsrail’de yaşayan Rachel Sade adlı bir Yahudi kadın, İsrail’in Kanal 2 televizyonunda kendisinin Kaddafi’nin teyzesinin kızı, Kaddafi’nin de hem anne, hem baba tarafından Yahudi, hem de Yahudi öğreti ve âdetlerine göre yetiştirilmiş bir Yahudi olduğunu açıklamıştı.

SLOGANİK İSRAİL DÜŞMANLIĞI NEYE YARIYOR?

Bazı sözümona İslâmcı yazarlar “Üslûb-u beyan, aynıyla insan” gerçeğinin tezahürleri olarak, kendilerine yakıştırdıkları üslûplarıyla ikide bir ABD ve İsrail aleyhinde bulunmuyor diye hizmet hareketini ve Fethullah Gülen Hocaefendi’yi vurmaya çalışıyorlar. Sanki İsrail aleyhine yayınları İsrail’den bir şey eksiltti ve İsrail’e zarar verdi. 2005 yılında merhum Şeyh Ahmet Yasin’in öldürülmesi üzerine Başbakan Erdoğan, İsrail için terör uyguluyor demişti. Fakat ABD’de Yahudi lobisinin tepkileri karşısında, 100 kişilik heyetle İsrail’e ziyarette bulundu ve Ariel Sharon tarafından, “İsrail’in ve Yahudi Milleti’nin başkenti Kudüs’e hoş geldiniz!” diye karşılandı. İsrail Kudüs’ü başkent ilan etse de, Birleşmiş Milletler, bunu kabûl etmiş değil. Buna rağmen Başbakan, “Kudüs nasıl İsrail’in başkenti oluyor?” bile diyemedi. Başbakan’ın ABD’de Yahudi kuruluşu ADL (Anti-Defamation League)’den üstün cesaret ödülü aldığı, 2007’de Hudson’da Neo-Con heyetine Cüneyt Zapsu’nun Başbakan ile ilgili olarak “Bu adamı lâğım kanalına süpürmeyin. Kullanın!” dediği de biliniyor. Erbakan’ın Başbakan ve AKP ile ilgili videoları da internette. Bütün bunlara bakarak Başbakan için “İsrail’in adamı” hükmü vermek, doğru olur mu?

İKTİDARIN GÖRÜNÜŞTEKİ İSRAİL KARŞITLIĞI KİME, NE GETİRDİ?

İktidarın üst perdeden sözlü İsrail karşıtlığı İsrail’e zarar mı getirdi, fayda mı? Sahi İsrail ne kaybetti Başbakan Erdoğan’ın üst perdeden konuşmalarından, İslâmcıların İsrail aleyhine sloganvarî düşmanlıklarından? One Minute ve Mavi Marmara hadiselerinden sonra bile kaybeden İsrail mi oldu, Türkiye mi? İsrail, Güney Kıbrıs’la anlaşma yaptı; Doğu Akdeniz’i âdeta bir gölü haline getirdi. Doğu Akdeniz’de petrol aramaya başladı. Ya bir petrol arama gemisi bile olmayan Türkiye? Piri Reis takasını Akdeniz’e göndermekten başka ne yapabildi? Sahi, bu gemi Akdeniz’de petrol buldu mu? O günden bu yana acaba bir petrol arama gemisi ‒haydi inşa edemiyoruz ama‒ en azından satın alabildik mi?

PERDE ÖNÜNDE ABD VE İSRAİL’E KÜKRE, PERDE GERİSİNDE EL ELE!

Sonra, Başbakan Erdoğan ve AKP hükümeti, İsrail’e karşı tavrında samimi mi? Buyurun bir haber: 4.11.2013 tarihli İsrail Ynetnews gazetesi, Mavi Marmara hadisesinden sonra, “Çözüm Süreci” denilen süreçle başlayan Türkiye ile İsrail arasındaki uzlaşmadan da önce Başbakan’ın oğlu ve MB Shipping Company’nin sahibi Ahmet Burak Erdoğan’ın iki yük gemisinin Türkiye ile İsrail arasında defalarca gidip geldiğini ve ticarî eşya taşıdığı haberini yapıyor. Gazete, Türkiye‒İsrail ilişkilerinin güya askıda olduğu son üç yılda İsrail ile Türkiye arasındaki ticaretin % 30 civarında, 4 milyar dolar artış gösterdiğini ve bütün dönemlerin en yüksek ticaret hacmine ulaştığını da ekliyor. İsrail Başbakanı Netanyahu da, daha geçenlerde buna temasla, Türkiye ile İsrail arasındaki ticaretin İsrail lehine sürekli artış gösterdiğini belirtmişti. Burada şunu da kaydedelim ki, Başbakan’ın oğlu Ahmet Burak Erdoğan’ın İsrail’e gidip gelen iki yük gemisinden biri olan Safran-1, 95 metre uzunluğunda imiş, yani Başbakan’a göre bir “gemicik.”

RÜŞVET VE YOLSUZLUK OPERASYONUNUN ARKASINDA ABD VE İSRAİL Mİ VAR?

Diğer yandan, medyada Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük rüşvet ve yolsuzluk operasyonu olarak yansıyan son operasyon, iktidar ve iktidar sözcüleri tarafından hemen yine ABD ve İsrail komplosu olarak lânse edildi. Hattâ Başbakan, ABD Ankara büyükelçisi Ricciardone’ye âdeta “Çek git!” dedi. İktidar sözcüsü gazeteler de bu veya benzer manşetlerle çıktılar. Tabiî ABD, hiç takmadı. Çünkü Başbakan ve medyadaki sözcüleri halka karşı her zaman yaptıkları gibi böyle davranırken, Dış İşleri Bakanlığı, “Hayır, hayır! Böyle bir düşüncemiz yok!” diye ABD’ye teminat veriyordu. Yine, aynı bugünlerde İsrail’le görüşmeler yapılıyor ve iktidar, Mavi Marmara ile ilgili İsrail’den istediğimiz tazminatta indirime gittiği gibi, Türkiye’nin hadiseye karışan İsrail komutan ve askerlerinin yargılanması gibi bir talebinin olmayacağı garantisini de veriyordu. Bir diğer gelişme olarak, İsrail’in TÜSİAD’ı İsrail İmalatçılar Birliği (MAI) ve İsrail Tekstil ve Moda Sanayicileri Birliği’nin ekonomi düşünce kuruluşu TEPAV’la ABD’ye gümrüksüz mal ihracına imkân tanıyan Nitelikli Sanayi Bölgesi kurulmasına yönelik işbirliği protokolü imzalanıyordu. Hem de bu bölge, Güneydoğumuzda kurulacaktı. Buna göre, Türkiye, ABD’ye yapacağı gümrüksüz ihracat karşılığı İsrail’e önemli miktarda komisyonlar ödeyecek. İşte perde önünde ABD ve İsrail’i suçlar ve böylece hakkımızdaki yolsuzluk ve rüşvet iddialarından halkın nazarında güya temize çıkmaya çalışır, söz konusu rüşvet ve yolsuzluk operasyonunu yapanları ve bu arada tabiî ki “Cemaat”i ABD ve İsrail’le ilişkilendiriverirken, perde gerisinde bunlar oluyor. Bu tür davranışların adına İslâm’da ne dendiği herhalde herkesin malûmudur.

HAKAN FİDAN’IN BAĞIMSIZ, DAVUTOĞLU’NUN VİZYONER DIŞ POLİTİKALARI

Öte yandan, Dış İşleri Bakanı Davutoğlu’nun Malikî ziyaretinin ve Başbakan’ın Barzani ile Diyarbakır buluşmasının Hakan Fidan hakkında iki ABD gazetesinde çıkan yazıdan sonra gerçekleşmesi üzerinde kimse durmuyor. Bu iki yazı etrafında, Türkiye’de günlerce Erdoğan, Davutoğlu ve Fidan, ABD ve İsrail’in hedefinde diye köpürtüldükçe köpürtüldü. Güya Fidan Mısır ve Suriye’de ABD ve İsrail’den bağımsız politikalar takip etmiş de, ABD ve İsrail bunlardan çok rahatsız olmuş. Allah aşkına, bir iktidar, dış politikalarında kendi ülkesinin menfaatini mi ön plana almalıdır, yoksa başka ülkelere zarar vermeyi mi? Ayrıca, bu politikalar Türkiye’nin mi lehine, yoksa ABD, İsrail ve İran’ın mı lehine oldu? Yahu Mısır’da hangi etkimiz kaldı? Suriye’de hangi tesirimiz var? Bu gidiş Esed’le barışmaktan başka bir şey yapabilecek miyiz acaba? Ayrıca, dış politikada, tabiî Suriye meselesinde de yaptığımız yanlışların onbinlerce insanın öldürülmesinde dolaylı da olsa etkisinin olmadığı söylenebilir mi? Fidan’ın ABD ve İsrail’i rahatsız eden bağımsız (!) politikaları, Suriye’nin kuzeyinde ikinci PKK devletinin kurulmasına yol açmadı mı? Bugün bölgede ve dünyada en etkisiz, en zavallı bir ülke haline gelmedik mi? Sayın Cumhurbaşkanı’nın son ABD gezisinde verdiği yemeğe Gürcistan temsilcisinden başka katılan oldu mu acaba? İnsan, tam tersi yayınlar yaparken biraz sıkılmalı değil mi? Bu kadar mübalâğa ve çarpıtma reklamlarda bile olmuyor.

Ne oldu iki ABD gazetesinde çıkan Fidan eleştirisinden sonra? Türkiye, Suriye politikalarında ABD karşısında bir defa daha dize geldi. Derhal Ali Babacan ABD’ye gönderildi. Dışişleri Bakanı ve vizyoner (!) dış politikası bizi dış politikada Barzani ve Malikî’ye muhtaç hale getirmiş olan Davutoğlu, derhal Bağdat’ta Malikî ile kucaklaşmaya gitti. Başbakan da Diyarbakır’da Barzanî’nin ayağına gitti? Ne için? “Fidan hakkında yazıldığı gibi biz Suriye’de Sünnileri falan desteklemiyoruz? Nusra gibi, el-Kaide gibi örgütlere silah ve destek sağlamıyoruz. Bakın biz, Şiilerle, Kuzey Irak Kürt yönetimiyle kuzu sarması gibi can ciğer sarmayız!” demek için mi? Yine, Mısır’da Mursî’nin ordu tarafından devrilmesinde de Hakan Fidan ve Davutoğlu’nun aynı politikalarının tesiri konusunda medyada ciddî analizler de okuduk. Türkiye, tarihinin herhangi bir döneminde dış politikada bu kadar zillet yaşadı mı? Neden dolayı? Davutoğlu’nun vizyoner (!), Hakan Fidan’ın ABD ve İsrail’den bağımsız (!) politikaları sebebiyle? Başbakan’ın -sadece Yeni Şafak’ın manşetlerinde- ‘Orta Doğu’nun imparatoru, İslâm Dünyası’nın halifesi, dünya başbakanı olması (!)’ sebebiyle. Bunlara ve Başbakan’ın, İslâm dünyasını bölmeye yönelik Amerikan projesi BOP (Büyük Ortadoğu Projesi)nin -bizzat kendi itirafıyla- eşbaşkanı olmasına ve bu projede Türkiye’nin bir vazifesi bulunduğunu söylemesine de bakarak, Amerikancılık ve İsrailcilik, gerçekte, AKP iktidarı ve onun yandaş destekçilerine yakışıyor, denilse haksız mı olunur?